VEDA HUTBESİ

VedaHutbesi

"Ey insanlar!

"Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamıyacağım.

"İnsanlar!

"Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur

"Ashabım!

"Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O'da sizin yaptığınız olayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.

"Ashabım!

"Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmutallib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lakin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.

"Ashabım!"

"Dikkat ediniz, Cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Iyas bin Rabia'nın kan davasıdır.

"Ey insanlar!

"Muhakkak ki, seytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.

"Ey insanlar!

"Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınızı; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izininiz olmadıkca evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.

"Ey mü'minler!

"Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukca yolunuzu hiç şasırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur-ân-ı Kerim ve Peygamberin (a.s.m) sünnetidir.

"Mü'minler!

"Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslümana kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse başkadır.

"Ey insanlar!

"Cenab-ı Hakk her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirascıya vasiyet etmeye lüzüm yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle, Allah'ın, meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Cenab-ı Hakk, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şehadetlerini kabul eder.

"Ey insanlar!

"Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.

"Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:

  • Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.

  • Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.

  • Zina etmeyeceksiniz.

  • Hırsızlık yapmayacaksınız.

  • "İnsanlar Lâilahe illallah deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah'a aittir.

    "İnsanlar!

    "Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?"

    Saheb-i Kiram birden şöyle dediler:

    "Allah'ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz, diye şehadet ederiz!"

    Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (S.A.V.) şehadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:

    "Şahid ol, yâ Rab!

    Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab!"

    14 Ağustos 2011 Pazar

    İslam Düşünce Tarihinde Hatm-i Nübüvvet Meselesi

    Prof. Dr. Metin Yurdagür

    Peygamberlik müessesesinin Hz Muhammed (sav) ile sona erdiğini, O'ndan sonra yeni bir peygamber gönderilmeyeceğini ifade eden "Hatmü'n-nübüvve" terimi, Arapça'da "bir işi tamamlayıp sona erdirmek, bir şeyin sonuna damga vurmak, bir yazı veya belgeyi mühürlemek" anlamlarına gelir. Bu tamlamada yer alan "nübüvvet" terimi; "kullara yönelik olan ilahî irade ve mesajların vahiy yoluyla üstün vasıflı bazı seçkin insanlara, beşeriyete tebliğ etmeleri kaydıyla ulaştırılması" anlamına gelmektedir. Buna göre hatm-i nübüvvet tamlaması Allah ile kulları arasındaki elçilik görevinin sona erdiğini belirtmektedir.

    Kur'ân-ı Kerim'de Hatm-i Nübüvvet

    Kur'ân-ı Kerim'de peygamberlik müessesesinin Hz. Muhammed (sav) ile son bulduğunu açıkça ifade eden tek âyet bulunmaktadır. 1 Hatm-i nübüvvete dolaylı olarak işaret eden âyetlerin sayısı ise yorum farklarına göre kırk ile yüz arasında değişmektedir. Bütün müfessirler başta Ahzab sûresindeki âyet olmak üzere, konuyla ilgili âyetleri tefsir ederlerken, Hz. Muhammed (sav)'in son vahyi tebliğ ettiğini, kendisinden sonra yeni bir vahyin bahis konusu olmadığını vurgulamışlardır.

    Hz. Peygamber hakkında "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın rasûlü ve peygamberlerin de sonuncusudur." 2 mealindeki âyette geçen "hâtemü'n-nebiyyîn" terkibi, O'nun peygamberler zincirinin son halkası olduğunu gayet açık bir şekilde ifade etmektedir. Söz konusu âyette geçen "hâtem" kelimesi, mütevatir kıraat imamları tarafından, bir hareke farkıyla iki türlü okunmakta, böylece her iki okunuşunda da "Hz. Peygamber'in hem peygamberlik müessesini nihayetlendirip taçlandıran son peygamber, yani "âhirü'l-enbiyâ" oluşu, hem de bütün peygamberlerin nübüvvetini tasdik ve tevsik eden "ilahî bir mühür" mesabesinde olduğu vurgulanmış olmaktadır.

    Müfessirler, bu âyette bir başka önemli noktaya daha işaret edildiğine dikkat çekmektedir. Bilindiği üzere Yahudilerde peygamberlik, bazı istisnaları olsa da, genellikle babadan oğula geçerek bir sülale boyunca devam etmişti. Söz konusu âyetin başında, hatm-i nübüvvet gerçeğine adeta zihnî ön bir hazırlık mahiyetinde, öncelikle Rasûl-i Ekrem'in nübüvvet görevine varis olacak bir oğlunun bulunmadığı "Hz. Muhammed (sav) sizden hiçbirinin babası değildir." ifadesiyle vurgulanmakta, böylece insanların O'ndan sonra babadan oğula intikal edecek tarzda bir peygamberlik beklentisine düşmeleri önlenmekte, ardından da "hâtemü'n-nebiyyîn" nitelemesiyle O'nun "en son peygamber" olduğu ifade edilmektedir.

    Yukarda işaret edildiği üzere bu âyet dışındaki pek çok âyetin dolaylı olarak hatm-i nübüvvete işaret ettiği ifade edilmiştir. Nitekim Nübüvvet-i Muhammediyye ile beşeriyetin din açısından tekamülün zirve noktasına ulaştığı, O'ndan sonra yeni bir peygamber beklenmeyip, sadece nur-i Muhammedi'nin takip edilmesinin gerektiği hususuna Kur'ân; "Bu gün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim." 3 âyetiyle dikkat çekmektedir.

    İslam bilginleri Kur'ân'ın ilahî koruma altında bulunduğunun bildirilmiş olmasını da 4, nübüvvetin Hz. Peygamber'le tamamlandığını gösteren bir başka ilahî ifade olarak değerlendirmektedir. Söz konusu bilginler Hz. Muhammed (sav)'in son peygamber olduğu gerçeğinin özellikle "nebi" kelimesiyle dile getirilmesi üzerinde de durmuşlardır. Konuyla ilgili âyette 5 "hâtemü'n-nebiyyîn" ifadesiyle O'ndan sonra bir başka nebinin gönderilmesinin bahis konusu olmadığı belirtildiğine göre, tabiî olarak rasûl de gönderilmeyecek demektir. Zira nübüvvet, risaleti de içine alan bir müessesedir. Bu sebeple nübüvvetin kapısının kapatılmış olması, mantıken ve tabiî olarak risaletin de sona ermiş olmasını gerektirmektedir.

    Hadislerde Hatm-i Nübüvvet

    Hatm-i nübüvvet konusu, hadis literatüründe de geniş bir şekilde yer almıştır. Hadis kaynaklarının bir kısmı Hz. Peygamber'in bu vasfıyla ilgili hadisleri "Hâtemü'n-nebiyyîn" başlığı altında toplamışlardır. Hz. Peygamber, nübüvvet zincirinin son halkası olduğu hususunu bizzat kendisi, pek çok hadisinde dile getirmiştir. Bunlar arasında, O'nun nübüvvet müessesesi içindeki mevkiini edebî bir teşbih üslubu içinde gayet veciz bir şekilde tasvir ederek kendisinden sonra başka bir peygambere ihtiyaç kalmadığını temsilî izah metoduyla açıklayan aşağıdaki hadis oldukça dikkat çekicidir: "Benimle, Benden önce gönderilen peygamberlerin durumu, yaptırdığı evi bitirdikten ve binayı donatıp tezyin ettikten sonra, evin bir köşesinde bir tuğlalık boş yer bırakan kişinin durumuna benzer. Bu bitmiş evi ziyaret edenler, binanın içini gezip dolaşırlarken gözleri bu eksik bırakılan yere iliştiği zaman : 'çok güzel olmuş amma, keşke evin şu köşesi boş bırakılmasaydı!' demekten kendilerini alamazlar. İşte ben, peygamberlik binasında tıpkı yeri boş bırakılan o köşe taşı gibiyim. Zira Ben, peygamberlerin sonuncusuyum."

    Bir kısım rivayetlerde de Rasûl-i Ekrem'in "âkıb" ve "haşir" gibi isimleri zikredilerek peygamberliğin O'nunla sona erdiği belirtilmiştir.

    Konuyla alakalı naslarda Hz. Peygamber'den sonra yeni bir peygamber gönderilmeyeceği, O'nun "peygamberlerin sonuncusu ve mührü olduğu" hususuna dikkat çekilmekle, şemail, hasais ve deâilü'n-nübüvve türünden eserlerde ise maddi anlamda bir nübüvvet mühür ve nişanının da Hz. Peygamber'in mübarek vücudunda "son peygamber olmanın bir alameti ve nişanı" kabilinden cismani olarak bulunduğuna değinilmektedir. Bu tür eserlerde benzeri işaretlerin, daha önceki peygamberlerde de bulunduğu, ancak Rasûl-i Ekrem'in peygamberlik nişan ve işaretinin diğerlerinden farklı olduğu bildirilmektedir. Bu konu özellikle hadis, siyer ve tarih kitaplarında birer müstakil alt başlık halinde incelenmiştir. Ashabın ve daha sonraki İslam bilginlerinin bu nübüvvet alameti için kullandıkları tabir hâtemü'n-nübüvve"dir. Bu Arapça ifadeyi Türkçe'de "nübüvvet mührü, peygamberlik mührü, peygamberlik nişanı, peygamberlik beni" gibi ifadelerle karşılamak mümkündür. Konuyla ilgili kaynaklarda yer alan bilgilere göre Hz. Peygamber'in sırtında, kürek kemikleri arasında, elle hissedilecek şekilde kabarık, adeta bir mühür damgasına benzeyen ve bizzat görenler tarafından gül tomurcuğu, güvercin veya keklik yumurtası, yumruk, siğil, et beni gibi çeşitli tasvir ve benzetmelerle ifade edilmeye çalışılan, bir iz bulunmaktaydı. İslami kaynaklarda söz konusu "peygamberlik nişanı"nın ne zaman oluştuğu bilinmemekle birlikte, bunun doğuştan olmadığı, Hz. Peygamber'in vefatından hemen sonra bu işaretin silinip kaybolduğu kaydedilmektedir. Öte yandan bu peygamberlik nişanı anlamındaki "hâtemü'n-nübüvve" tabiriyle, Hz. Peygamber'in bir devlet başkanı sıfatıyla genellikle diplomatik münasebetlerin icabı olarak yaptığı çeşitli yazışmalarda kullandığı yüzük biçiminde yapılmış, kendinden sonra ilk üç halifeye intikal etmiş olan mühr-i şerifleri de, muhtemelen kelime benzerliğinin doğurduğu bazı iltibaslar sebebiyle, genellikle birbirine karıştırılmıştır.

    Hatm-i Nübüvvet Meselesi Zarurat-ı Diniyyedendir

    Hatm-i nübüvvet meselesi ilk dönemlerden itibaren kelam kitaplarının nübüvvet bahislerinde ele alınmış, konuyla ilgili yukarıda nakledilen açık anlamlı naslar, Kur'ân ve sünnete bağlı bütün alimlerce dikkate alınarak, Hz. Muhammed (sav)'den sonra nübüvvet müessesinin sona erip tarihe mal olduğu, O'nun getirdiği dinin kıyamete kadar baki kalacağı vurgulanmış ve bu hususun zarurat-ı diniyye arasında yer aldığı konusunda görüş birliğine varılmıştır. İslam ulemasının bu hususta dayandıkları delilleri şöylece özetlemek mümkündür:

    • 1. Hatm-i nübüvvet konusunda manası apaçık olan ve hiçbir şekilde tevil edilme imkanı bulunmayan naslar mevcuttur. Bunların başında Hz. Peygamber'in nebîlerin sonuncusu olduğunu belirten âyet gelir.6 Dinin tamamlandığını, insanlık için din olarak sadece İslam'ın kabul edileceğini 7, İslam'dan başka din arayanların ahirette hüsrana uğrayacağını ve isteklerinin asla dikkate alınmayacağını 8, Kur'ân'ın tahrife uğramaktan korunacağını 9 ve Hz. Peygamber'in bütün âlemlere peygamber olarak gönderildiğini 10 bildiren âyetler de, bu konudaki kesin naklî delillerdendir. Hatm-i nübüvvete dair hadisler ise Hz. Peygamber'in gelişiyle nübüvvetin sona erdiğine aykırı düşen bir inancı benimsemeye imkan vermeyecek kadar açıktır. Buna göre Kur'ân'a ve sünnete iman eden herkesin Hz. Muhammed (sav)'den sonra bir peygamberin gelmeyeceğine kesinlikle inanması gerekir.
    • 2. İslam dinini Hz. Peygamber'den öğrenen ashabın nübüvvet iddiasında bulunanlarla savaşmış olması hatm-i nübüvvet konusunda realiteye dayanan tarihî bir delildir. Eğer yeni bir peygamberin zuhuru Kur'ân ve sünnete aykırı olmasaydı ashap bu iddiada bulunanlarla savaşmaz ve onları öldürmezdi. İslam alimleri ashabın bu konudaki icmaına uymuşlar ve aykırı görüş beyan edenlerin Müslüman olamayacağına hükmetmişlerdir.
    • 3. Nasların ve icmaın yanı sıra aklen de Hz. Muhammed (sav)'den sonra yeni bir peygamberin gelmesine lüzum kalmadığını kabul etmek gerekir. Zira Allah'ın insanlara peygamber göndermesi onlara kendi varlığını ve birliğini tanıtma, buyruklarını iletme, dinî ve dünyevi konularda ihtiyaç duyacakları bilgileri anlatma, kendilerine dünya ve ahirette mutlu olmalarını sağlayacak doğru yolu gösterme amacına yöneliktir. Bütün bunlar ise, en kamil manada Hz. Peygamber'in getirdiği vahiylerde mevcuttur. Ergenlik çağına giren insanların duyularını ve vahyin aydınlattığı akıl yürütme güçlerini kullanmak suretiyle ihtiyaç duydukları bilgileri üretmeleri, duyuların ve aklın erişemediği konularda ise sadece vahye dayanarak gerçeklere ulaşmaları mümkündür. Ayrıca Hz. Muhammed (sav)'in nübüvveti evrensel olup getirdiği vahiy de asla tahrife uğramamış, dolayısıyla yeni bir peygambere ihtiyaç kalmamıştır. Ancak nübüvvetin Hz. Peygamber'le sona ermiş olduğu gerçeği, kıyamete kadar bütün Müslümanlara ciddi tebliğ ve temsil sorumlulukları yüklemektedir.
    • 4. Hz. Muhammed (sav)'in vefatından zamanımıza kadar hiçbir peygamberin zuhur etmemesi de hatm-i nübüvveti doğrulayıcı sosyolojik delillerden biridir. Zaman zaman peygamberlik iddiasında bulunanların ortaya çıkması, bu gerçeği değiştirmez. Zira gerek İslam dünyasında gerekse gayr-i müslimler arasında peygamberlik iddia edenlerin hiçbiri iddialarını kanıtlayamamış ve bunlar ciddiye alınmamıştır. Nitekim tarih boyunca bu gibiler sadece birer yalancı ve maceracı olarak değerlendirilmiş ve sahte peygamber diye nitelendirilmişlerdir.

    Buna göre Hz. Muhammed (sav)'in gelişiyle nübüvvetin sona erdiğine inanmamak veya bu konuda şüphe içinde bulunmak dinden çıkmayı gerektirir.

    Hz. Peygamber'in Dilinden Dua Örnekleri

    1. "Dua ibadetin tâ kendisidir." (Ebû Davud)

    2. "Allah'ım, Senden hidayet ve doğruluk isterim." (Müslim) Hz. Peygamber'in Dilinden Dua Örnekleri

    3. "Allah'ım, Senden hidayet, takva, iffet ve zenginlik isterim." (Müslim)

    4. "Ey kalpleri evirip çeviren Allah'ım, kalplerimizi taatine çevir." (Müslim)

    5. "Allah'ım, bana doğruyu ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru." (Tirmizî)

    6. "Ey kalpleri evirip çeviren Allah'ım, kalbimi dininin üzerinde sabit kıl." (Tirmizî)

    7. "Allah'ım! Senden yararlı bilgi, hoş rızık, kabul edilmiş amel isterim." (İbn Mace)

    8. "Allah'ım, beni bağışla, bana merhamet et, bana afiyet ver ve bana rızk ver." (Müslim)

    9. "Allah'ım, günahlarımı bağışla, bana merhamet et, hidayet et, bana afiyet ver, rızk ver." (Müslim)

    10. "Allah'ım, yaptığım şeylerin şerrinden ve yapmadığım şeylerin şerrinden Sana sığınırım." (Müslim)

    11. "Zorlu beladan, bedbahtlıktan, kötü kaderden ve düşmanların şamatasından Allah'a sığınırım." (Buharî-Müslim)

    12. "Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru." (Buharî-Müslim)

    13. "Allah'ım, cehennem fitnesinden ve cehennem azabından, zenginliğin ve fakirliğin şerrinden Sana sığınırım." (Ebû Davud)

    14. "Allah'ım, açlıktan Sana sığınırım; o, ne kötü bir arkadaştır. Hainlikten Sana sığınırım; o, ne kötü bir sırdaştır." (Ebû Davud)

    15. "Allah'ım, nimetinin elden çıkmasından, afiyetinin ters dönmesinden, ansızın azabına uğramaktan ve her türlü gazabından Sana sığınırım." (Müslim)

    16. "Allah'ım kalbimi aydınlık kıl, lisanımı, kulağımı, gözümü, ardımı, önümü, üstümü, altımı aydınlık eyle. Allah'ım, nurumu büyüt." (Buharî-Müslim)

    17. "Ey Hay ve Kayyum olan! Sadece Senden yardım isterim; Hayatımı düzelt, gözümü açıp kapayıncaya kadar bile beni nefsimle baş başa bırakma." (Hakim)

    18. "Allah'ım, Senden sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve beni Senin sevgine ulaştıracak ameli isterim. Allah'ım, Senin sevgini bana nefsimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle." (Tirmizî)

    19. "Allah'ım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Kabir azabından Sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım." (Müslim)

    20. "Allah'ım; bütün hamdler Sanadır. Sen beni onunla giydirdin. O, elbisenin hayrını ve onun için yapılanın hayrını Senden isterim. Onun ve onun için yapılanın şerrinden Sana sığınırım." (Tirmizî)

    21. "Allah'ım, Senden rahmetini icap ettiren şeyleri, mağfiretini gerektiren şeyleri, bütün günahlardan esen kalmayı, bütün iyilikleri ganimet olarak kazanmayı, cennete nail olmayı ve cehennemden kurtulmayı isterim." (Müslim)

    22. "Allah'ım, işimi koruyan dinimi ıslah et, geçimimi sağlayan dünyamı ıslah et, dönüp varacağım yer olan ahiretimi ıslah et. Hayatı her hayrı artırmama vesile eyle, ölümü bütün kötülüklerden kurtulmama çare eyle." (Müslim)

    23. "Allah'ın adıyla, Allah'a tevekkül ediyorum. Allah'ım! sapıtmak ve saptırılmaktan, alçalmak ve alçaltılmaktan, zulmetmek ve zulmedilmekten, bilgisizlikten ve bilgisiz bırakılmaktan Sana sığınırım." (Tirmizî)

    24. "Bütün hamdler O Allah'a ki O, bana yeter, bana acır; yine bütün övgüler O'na ki, O, beni doyurur ve suvarır. Bana ihsanda bulunup, beni -insanların- en faziletli(si) kılan Allah'a hamd olsun. Senden beni ateşten korumanı diliyorum." (Ebû Davud)

    25. "Allah'ım, Sana teslim oldum, Sana iman ettim, Sana tevekkül ettim, Sana döndüm, Senin için dava ettim ve Sana başvurdum. Önceden yaptıklarımı ve sonraya bıraktıklarımı, açık yaptıklarımı ve gizli yaptıklarımı bağışla. İleriye götüren ve geriye bırakan Sensin. Senden başka İlah yoktur." (Buharî-Müslim)

    26. "Allah'ım, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, ihtiyarlıktan ve kabir azabından Sana sığınırım. Allah'ım, nefsime takvasını ver ve onu temizle. Onu en iyi temizleyecek olan Sensin. Onun sahibi ve mevlâsı Sensin. Allah'ım, faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan duadan Sana sığınırım." (Müslim)

    27. "Allah'ım! dünyada ve ahirette Senden esenlik isterim; Allah'ım, dinim, dünyam, ailem ve malım konusunda Senden af ve esenlik isterim. Allah'ım, ayıplarımı ört. Korkularımdan beni emin eyle. Önümde, ardımda, sağımda, solumda, üstümde olanlardan beni koru. Altımdakilerden de Senin azametine sığınırım." (Ebû Davud)

    28. "Allah'ım, hatamı ve cahilliğimi, işimde aşırılığımı ve benden iyi bildiğin şeylerimi bağışla. Allah'ım, ciddimi ve şakamı bağışla, hataen ve kasten yaptıklarımı bağışla. Bütün bunlar bende vardır. Allah'ım, yapıp ileriye gönderdiğim ve yapmayıp geriye bıraktığım; açıkladığım ve gizlediğim şeylerimi ve benden daha iyi bildiğin şeylerimi bağışla. İleriye süren ve geriye bırakan Sensin. Sen her şeye kadirsin." (Buharî-Müslim)

    29. "Allah'ım, Sen benim Rabbimsin, Senden başka ilah yoktur. Beni Sen yarattın, Ben, Senin kulunum, gücüm yettiğince Senin ahdin ve vaadin üzereyim; işlediklerimin şerrinden Sana sığınır, üzerimdeki nimetlerini Sana ikram eder, günahımı da itiraf ederim, bundan ötürü beni mağfiret eyle. Senden gayrı kimsecikler günahları bağışlayamaz." (Buharî)

    30. "Allah'ım, bütün hamdler Sanadır. Sen, yerin, göğün ve onlarda olanların nurusun. Hamd yine Sanadır. Çünkü Sen yerin göğün ve bunlarda olanın yegane idare edenisin. Ve gene bütün övgüler Sana aittir. Ki Sen, Hak'sın, va'din, sözün, Seninle karşılaşmak, cennet ve cehennem, peygamberlerin, Muhammed (sav)'in kıyamet saati, bütün bunlar haktır. Allah'ım, Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana tevekkül ettim, Sana yöneldim, tevbe ettim, senin uğruna mücadele ettim, seni hakem edindim. Gelmiş gelecek, gizli ve açık bütün günahlarımı bağışla. Sen, benim ilahımsın. Senden başka ilah yoktur. Şanı yüce olan Allah'ın güç ve kuvvetinin dışında güç ve kuvvet yoktur." (Buharî-Müslim)

    31. "Gökleri ve yeri yaratan, görünen ve görünmeyeni bilen, her şeyin Rabbi, meliki ve sahibi olan Allah'ım! Senden başka ilah olmadığına şahidim. Nefsimin kötülüğünden, şeytan ve ortaklarının şerrinden Sana sığınırım. Nefsime bir kötülüğün gelmesinden veya Müslümanlara karşı bir suç işlemeye onu itmesinden gene Allah'a sığınırım." (Tirmizî)

    Hz. Peygamber'in Kulluğu

    İhsan Ali Karamanlı

    Hz. Peygamber, ibadetlerini mükemmel bir şekilde yerine getirmiş ve inananlara göstermiştir. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in kulluğu ve ibadetlerine bakıldığında ana hatlarıyla şu hususlar görülebilir:



    1. Hz. Peygamber'in ibadetleri hakkında Kur'ân-ı Kerim'in üzerinde durduğu en önemli özellik O'nun ihlasla ibadet etmesidir:
      "De ki: din ve ibadetimi yalnızca Allah'a has kılarak, ihlasla-gönülden O'na kulluk etmem emredildi." 1 ''Hayır, Sen yalnız Allah'a kulluk et ve O'na şükredenlerden ol." 2 âyetlerinde üzerinde durulan kulluktaki ihlas, kalbin her türlü şirk ve riyadan arındırılması, gönlün Allah'ın dışındaki bütün her şeyden temizlenerek O'na ibadet edilmesidir.
      Allah'ın bir olması ve dinin sadece O'na has kılınarak ihlasla ibadet edilmesi sadece dille söylenen bir söz değildir. İnsanın kalbinde tasavvur ve inanç olarak başlayıp, hem fert hem de toplum hayatını içine alan mükemmel bir hayat tarzıdır.
    2. Hz. Peygamber'in ibadetlerinde hiç kesilmeyen bir istikrar ve devam söz konusudur:
      "Sana yakîn (kesin bilgi veya ölüm) gelinceye kadar Rabbine kullukta bulun." 3 âyetinde yakın ifadesi ölüm vakti şeklinde tefsir edilir. Kulluk, insanın bütün ömrü boyunca devam eden, gelişen ve muvaffakiyetle bitirilmesi gereken hayati derecede önemli bir sorumluluktur. "İbadetlerin Allah'a en sevimli ve güzel geleni az da olsa devamlı olanıdır." 4 hadisi ibadetlerde esas noktanın devamlılık ve istikrar olduğunu ifade eder.
    3. Hz. Peygamber kulluğunu en yüksek seviyede ifa edebilme gayreti içindeydi:
      Vefatına yaklaştığı anda bile namazı düşünmesi ve namaza gelmesi onun kulluğunu mükemmel bir şekilde yapmadaki titizliğini ve gayretini, namaz ve cemaatle ne derece bütünleşmiş olduğunu gösterir.5
    4. Hadiselerin büyüklüğü ve korkutuculuğu; inkar edenlerin verdikleri veya verebilecekleri eziyet ve sıkıntılara karşı dayanak noktası olarak ibadet etmesi emredilmiştir:
      "Rabb'inin hükmüne (gönül hoşluğuyla) sabret, onlardan hiçbir günahkâr veya inkarcıya sakın itaat etme! Sabah ve akşam Rabbinin ismini zikreyle, gecenin bir kısmına O'na secde eyle, gecenin uzun bir kısmında da O'nu tesbih eyle." 6
      Bu âyetlerde Allah Teâlâ, inkarcıların verdikleri eziyetlere dayanmasını ve asla onlara boyun eğmemesini emretmesinin hemen ardından, ona sabah ve akşam Rabbine ibadet etmesini emretmiş, onların verecekleri eziyetlere dayanmanın ancak ibadetlerle mümkün olacağına işaret buyurmuştur.
    5. Hz. Peygamber ibadetlerin cemaat halinde yapılmasına büyük önem vermiştir:
      Kur'ân-ı Kerim'de ibadetlerin emredildiği âyetlerde onların cemaat halinde ifa edilmesi gerektiği üzerinde durulur: "Secde edenlerden ol." 7, "Rükû edenlerle beraber rükû ediniz." 8 âyetlerinde secde ve rükün, topluluk halinde yapılması emredilmektedir.
      Namazların cemaatle kılınması insana çok büyük şeyler kazandırır. Bir hadiste Efendimiz, "Yatsı namazını cemaatle kılan, gecenin yarısını ibadetle geçirmiş gibidir; sabah namazını cemaatle kılan ise gecenin tamamını ibadetle geçirmiş gibi olur."9 buyurur.
    6. Beş vakit namaz ve teheccüd namazları O'nun kulluğunda çok önemli bir yer işgal etmiştir:
      Namaz fiillerinde, Allah Rasûlü'nün, örnek alınması farzdır, şöyle ki: Kur'ân-ı Kerim'de namaz kılmak emredilir, fakat onun nasıl mükemmel bir şekilde ikame edileceği, rekat sayıları, içlerinde okunan dualar, namazın vakitleri gibi ayrıntılar yalnızca Peygamberimiz'in büyük bir sahabe ve tabiûn topluluğu tarafından (yani tevatüren) nakledilen fiilleri ve sözleriyle öğrenilmiştir. Hz. Peygamber de "Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de o şekilde kılınız." buyurmuştur. İşte bu noktada Hz. Peygamber'in örnek alınması bütün Müslümanlar için kesin bir farzı ifade etmektedir.
    7. Hz. Peygamber farzların yanında nafile ibadetlere de çok önem vermiştir:
      Peygamberimiz'in ibadet hayatında en önemli örnek özelliklerinden birisi de farzları yerine getirmenin yanında farz olmayan 'nafile' ibadetlere de çok önem vermesidir.
      Mesela beş vakit farz namazın yanında sabah ile öğle arasında duhâ namazı; akşam ile yatsı namazı arasında evvâbîn namazı; yatsı ile sabah arasında kılınan teheccüd namazı kılıyordu. Ramazan orucunun yanında pazartesi ve perşembe oruçları gibi ibadetleri eda ediyordu.

    Hz. Peygamber'in Güvenilirliği

    Prof. Dr. M. Ali Kapar

    Güven, birine veya bir şeye bel bağlama, kişinin kendisine duyduğu itimat, cesaret, yüreklilik, yiğitlik ve emniyet anlamına gelir. Güven vermek, güven duygusu uyandırmak, itimat telkin etmektir. Güven ve güvenirlilik kapsamında Hz. Peygamber'in hayatını incelediğimizde; risaletiyle birlikte başlayan toplum liderliği vefatına kadar devam etmiştir. O, risalet öncesi hayatında ve peygamber olarak gönderildikten sonra da içinde bulunduğu toplumda güvenilen bir insan olarak yaşamış ve bundan dolayı da kendisine Muhammed el-Emin denilmiştir. el-Emin, inanılan, güvenilen ve mutemet kişi anlamına gelmektedir. Gerçekten Hz. Peygamber söz ve davranışlarıyla risalet öncesi ve sonrası hayatında farklı bir hayat tarzı takip etmemiş hele hele risalet öncesi hayatındaki söz ve davranışları, risaletiyle birlikte getirdiği prensiplerle asla tezat teşkil etmemiştir.


    Hz. Peygamber'in doğumuyla birlikte başlayan aile içindeki huzur, sütannesinin yanında aile bireyleriyle ve bilhassa süt kardeşleri arasında sıcak ve samimi bir arkadaşlığa, muhabbet ve güvene dönüşmüştür. Hz. Muhammed (sav), Benu Sa'd yurduna taşradan getirilen bir çocuk olarak ailede problem oluşturmamış aksine ailenin Hz. Muhammed (sav)'e, davranışları ve arkadaşları arasında ortaya çıkan belirgin özellikleri sebebiyle daha fazla hassasiyet göstermesine sebep olmuştur. Hatta ailenin Hz. Muhammed (sav)'e duyduğu sevgi ve muhabbet; belli bir zaman sonra annesine teslim edilmesi gereken çocuğun, bir müddet daha sütannesinin yanında kalmasını sağlamıştır.


    Çocukluk döneminde annesinin yanında bulunduğu yıllarda ve O'nun vefatıyla birlikte dedesinin himayesinde geçirdiği günlerde Hz. Muhammed (sav)'e karşı ihtimam gösterilmiş ve O'nun davranışları da çevresindekilere güven telkin etmiştir. Nitekim dedesinin yanında bulunduğu yıllarda Abdülmuttalib Kâbe'nin gölgesine serilen serginin üzerine çıkarak otururdu. Hz. Muhammed de dedesinin oturduğu sergiye çıkar ve dedesinin yanına oturmak isterdi. Amcaları çocuğu buradan uzaklaştırmak istedikleri zaman dedesi müdahale ederek; "Oğlumu bırakın, O'nun ileride şanı yüce olacaktır." diyerek O'nun değerini ve O'na olan güvenini ifade ederdi.


    Hz. Peygamber çocukluk yıllarında amcasının kısıtlı olan gelirine destek olmak için Mekkelilerin koyunlarını belli bir ücret karşılığında gütmüştür. O'nun, amcasına yük olmamak için yaptığı bu davranışı, yani çobanlık yaparak para kazanması hem toplumun hem de ailenin güvenini kazanmasına sebep olmuştur. Yine toplumdaki gelişmelerden uzak kalmayan Hz. Peygamber, yaşının verdiği sorumluluk ile toplumdaki zulüm ve haksızlığı engellemek için Mekke'de toplanan Hılfu'l-Fudul'a katılmış ve toplumdaki huzur ve güven ortamının sağlanmasına katkıda bulunmuştur.


    Hz. Muhammed gençlik yıllarını da toplumun güvenine layık olarak geçirmiş ve O'nun, bu dönemde meydana gelen bir takım olumsuz olayların içinde yer almayışı toplumun O'na olan güvenini daha da artırmıştır. Nitekim bunun sonucu, Muhammed el-Emin olarak tanınan genç Muhammed, 25 yaşlarında iken bu sıfatı ile de Hz. Hatice'nin güvenini kazanmış ve onun kervanını Şam'a götürmüştür. Yanında Hatice'nin kölesi Meysere'nin de bulunduğu Muhammed (sav)'in bu ticari faaliyetindeki dürüstlüğü, Hz. Hatice'nin O'na evlilik teklifine sebep olmuştur.


    Hz. Peygamber 35 yaşına geldiğinde yağan yağmurlardan dolayı tahrip olan Kâbe'nin tamirinde Haceru'l-Esved'in yerine konulmasında yaptığı hakemlik görevi ile Kureyş toplumunu büyük bir kavgadan ve tehlikeden kurtarmış ve Hz. Peygamber'in hakemliği bütün Kureyş'i sevindirmiştir.1 Rasûlullah'ın hakemliğine Kureyş'in rıza göstermesi ve sevinmesi O'na olan güvenlerinin sonucudur.


    İşte Rasûlullah'ın cahiliye toplumundaki üstün ahlakı, doğruluğu, dürüstlüğü ve güvenilirliği, O'nun Muhammed el-Emin olarak anılmasına sebep olmuştur. Rasûlullah'ın bu güvenli hayatı, Hira'da kendisine Alak sûresinin ilk âyetlerinin bildirilmesiyle yeni bir döneme girmiştir. O'nun risaletle görevlendirilmesi, Cenâb-ı Hak nezdindeki itibarını ve insanlar arasındaki güvenilirliğini açıkça ortaya koymaktadır. Şüphesiz Hz. Peygamber'in risalet hayatındaki başarısında, O'nun güvenilir olmasının payı büyüktür. Nitekim vahyin ilk yıllarında, aldığı görevin şoku içinde olan Rasûlullah'a eşinin söylediği şu sözler bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır; "Sen, yakınlarına yardım eder, aileni korur, hayatını şerefinle kazanır, başkalarına doğru yolu gösterir, yetimleri korur, sözün doğrusunu söyler, emanete riayet edersin..." Mekkeliler, kimseye teslim edemedikleri değerli eşyalarını O'na teslim etmişlerdir.2


    Hz. Peygamber risalet öncesi dönemde putlardan nefret etmiş, putlar adına düzenlenen bayramlara kendiliğinden iştirak etmemiş ve onlar adına kurban kesmemiş, putlar üzerine yemin etmemiş ve Kâbe'yi çıplak tavaf etmeyerek daha sonra peygamberliği döneminde getirdiği prensiplere aykırı davranışlarda bulunmamıştır. Bundan dolayıdır ki, Rasûlullah, peygamberliği döneminde geçmişiyle tenkid edilmemiştir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de bu konu şöyle dile getirilir: "Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?"3


    Hz. Peygamber aleni davetin ilk günlerinde; "Ey Muhammed! Artık sana buyrulanı açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme!"4 âyetinin inzal buyrulmasından sonra kavmini Safa tepesinde toplayıp; "Size şu dağın ardından bir takım süvarilerin gelmekte olduğunu haber versem beni tasdik eder misiniz?" deyince onlar; "Biz Senin yalan söylediğini hiç bilmiyoruz." diyerek Rasûlullah'ı tasdik etmek üzere iken basit hesaplar peşinde koşan bazı insanların tutumları, aleni davetin ilk günlerde arzu edilen hedefe ulaşmasına engel olmuştur. Bilhassa dikkat edilmesi gereken bir başka konu, güvenilirliği ile toplumun gönlüne taht kuran Hz. Muhammed (sav)'in davetini engellemek için toplumun ileri gelenleri ellerinden geleni yapmaktan geri durmamışlar ve hatta kendisinde bulunması mümkün olmayan sıfatları bile O'na isnat etmekten çekinmemişlerdir. Ancak O'nun geçmişini çok iyi bilenler O'nun dürüstlüğünü itiraf etmekten kendilerini alamamışlardır. Nitekim Nadr b. el-Haris; "Muhammed aramızda kendisinden memnun olduğumuz, doğru sözlü, emanete riayet eden birisi iken, bize peygamberliğini bildirince O'na sihirbaz dediniz. Hayır! Vallahi O, sihirbaz değildir..."5 diyerek Allah Rasûlü'nün güvenli bir kişi olduğunu ifade etmiştir. Yine Hz. Peygamber'in azılı düşmanlarından olan Utbe b. Rabia bile Rasûlullah'ın davasının basit bir dava olmadığını ve amacının ise dünyalık olmadığını dile getirmiştir.


    Mekke Müşriklerinin, Rasûlullah'ın İslam daveti karşısında O'nu davasından vazgeçirmek için mal, mülk, makam ve mevki gibi dünyalık teklif etmeleri ve Rasûlullah'ın her defasında bu teklifleri reddetmesi, O'nun bu dünya nimetlerine meyletmemesi, Rasûlullah'ın hem davasının büyüklüğünü ortaya koymuş, hem de çevresindekilere güven telkin etmiştir. Yine Hz. Peygamber'in aleni davet sonrasında Müşriklerin eza ve cefası karşısında Habeşistan'a giden Müslümanları geri getirmek için Mekkelilerin gönderdikleri elçilerin Habeşistan Necaşisi ile görüşmeleri esnasında oraya çağrılan Müslümanların temsilcisi olan Cafer b. Ebî Talib'in; " Ey Melik! Biz putlara tapan, ölü eti yiyen, her türlü kötülüğü yapan, akraba ile ilişkiyi kesen, komşuları gözetmeyen, zayıfları güçlüler tarafından ezilen bir topluluk idik. Allah, içimizden ailesini, doğruluğunu ve güvenilirliğini bildiğimiz birini bize elçi olarak gönderdi..." demesi Rasûlullah'ın kendi toplumu içindeki konumunu ortaya koymaktadır. Nitekim, Habeşistan Necaşisi de bu savunma neticesinde Müslümanları Müşriklere teslim etmemiştir.


    Evs ve Hazreç iki kardeş kabile olmalarına rağmen barış adına ortaya atacakları teklif bile itimatsızlığa sebep olurken, Mekke'den gelen bir liderin etrafında toplanmaları O'na olan güvenlerinden dolayıdır. Rasûlullah, iki kardeş kabile arasındaki husumet ve güvensizliği ortadan kaldırdığı gibi muahat ile Müslümanlar, Medine sözleşmesi ile de burada yaşayan gerek Müslümanlar gerekse Yahudiler arasında birlik ve beraberliği sağlamaya çalışmıştır,


    Hz. Peygamber her zaman; "Eğer (düşmanlar) barışa meylederlerse Sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan."6 âyetine uygun hareket etmiş, Medine'ye geldiği günden beri gerek Medine içinde ve gerekse Medine dışında sulh yollarını deneyerek antlaşmalar yapmıştır. Rasûlullah'ın bu barış girişimleri çerçevesinde Medine'deki Yahudiler ve Medine dışındaki komşuları Benu Damre, Müdlic, Gıfar ve Cüheyne oğullarıyla yaptığı antlaşmalar, karşılıklı güven duygusunun gelişmesini ve komşuluk ilişkilerinin devamını sağlamıştır. Hatta tarafların birbirlerine duydukları bu güven duygusu ticari faaliyetlerinin de hız kazanmasına sebep olmuştur.


    Hz. Peygamber'in hicretin 6. yılında Mekke Müşrikleriyle yaptığı Hudeybiye Musalahasında dikte edilen ve görünüşte Müslümanların aleyhine gibi görünen maddeler, sulh adına imza altına alınmıştır. Ebû Cendel'in Hudeybiye'ye, Ebû Basir'in de Medine'ye gelerek yaptıkları iltica taleplerinin kabul edilmemesi, Rasûlullah'ın antlaşmalara sadakatini ortaya koymaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen Mekke Müşrikleri antlaşmaya ihanet etmişler, 10 yıl süreyle yapılan Hudeybiye Musalahası, 2 yıl sonra bozulmuştur. Hz. Peygamber, antlaşma gereği Müslüman olan Mekkelileri Medine'ye kabul etmezken, Mekke Müşriklerinin antlaşmaya sadakat göstermeyip Müslümanların müttefiki olan Huzaa kabilesine saldırmaları, tarafların barış anlayışını ortaya koymaktadır.


    Hudeybiye Musalahasının sağladığı güven ortamı sonucu, davet mektubu gönderilen kabilelerin Medine'ye gelen temsilcileriyle Rasûlullah'ın konuşmaları o kadar samimi ve cana yakın oluyordu ki, çoğu kez diplomatik görüşmelerde akla gelen aşırı resmiyet ve donukluk, Hz. Peygamber'in söz ve davranışlarında eriyip gidiyordu. Elçilerin ve heyetlerin, görüşmelerde Rasûlullah'a duydukları güven sonucu, onlar Medine'de günlerce kalabilmişler ve istedikleri zaman kabilelerine dönmüşlerdir.


    Savaşlar esnasında sahabe, birkaç misli orduyla karşılaşmakta hiçbir tereddüt göstermemiş, en tehlikeli durumlarda bile Rasûlullah'ın yanından hiç ayrılmamıştır. Bütün bunlar ashabın O'na olan güveninin sonucudur. Rasûlullah komutanlarını uğurlarken; Allah'tan korkmalarını, savaş esnasında katliam, tecavüz, ihanet ve intikamdan uzak durmalarını, harp yapmaktan aciz vs. uzak olanlara karşı harp yapmamalarını, müjdeleyici ve kolaylaştırıcı olmalarını tavsiye etmiş. Özellikle kadınların, çocukların, ihtiyarların, sakatların, hasta olanların evlerine kapanıp silaha sarılmayanların emniyette olduklarını ifade etmiştir. Rasûlullah'ın tertiplediği gazve ve seriyyeler genellikle davetin önündeki engelleri kaldırmak, devlete yönelik tehlikelere engel olmak ve toplumdaki huzur ve güven ortamını temin etmek için yapılmıştır.


    Rasûlullah döneminde, harp sonunda alınan esirler bile güven içinde olmuşlardır. Nitekim O'nun talimatıyla esirlere iyi muamele edilmiş, yedirilmiş, içirilmiş, giydirilmiş ve her türlü ihtiyaçları giderilmiştir.7 Hatta Rasûlullah, harp anında ve harp sonunda eman isteyenlere eman vererek herkesin güven içinde olabileceğini göstermiştir. Nitekim Mekke Fethi günü öldürülmesini istediği kimselere istisnaları olmakla birlikte eman vererek onların hayatlarını bağışlamıştır.


    Ayrıca Rasûlullah aile hayatı içerisinde yiyecek, içecek, giyim ve kuşamda temizliği ve mütevaziliği elden bırakmamış ve hayatında asla lükse yer vermemiştir. Bilhassa toplumda ihtiyaç sahiplerinin ön planda tutulmasını isteyerek; "Benim Uhud dağı kadar altınım olsa, borcumun dışında bir gece yanımda bulunmasını ve ondan bir dinar kalmasını istemem." buyurmuştur. Rasûlullah'ın bu tutum ve davranışları, ashabı tarafından o derece örnek alınmıştır ki, bunun sonucu olarak Medine, dünya ve ahiret saadetini isteyenler için örnek bir şehir olmuştur.

    Gönülden Dile Muhabbeti Terennüm: Esma vü Evsafü'n-Nebî

    Prof. Dr. İbrahim Hatipoğlu

    Image



    Yüce Rabbimiz Halik-i Zülcelâl Hazretleri kainatı hiç yokken var edendir, onu donatan, ardından da en mükemmel varlığı; insanı yaratandır. Kendisine kulluk etmek üzere yarattığı insana merhametinin bir neticesi ve nişanesi olarak kitaplar ve peygamberler gönderen, bunlara uyma derecesine göre de kullarına karşılığını verendir.


    Kutlu Elçilerin Sonuncusu ve İnsanlığın Efendisi Hatemü'r-Rusul Efendimiz son din İslam'ın vahyediliş sürecinden bu yana geçmiş ve gelecek bütün insanlığın kurtarıcısı, uyarıcısı ve müjdecisidir. Bu sebeple O'nun ümmeti olma şerefi sadece ümmet-i icabeti olan biz müminlere değil tüm insanlığa aittir. O'nu kınayanlar ve O'nun saçtığı nurlu yolun aydınlığına henüz kavuşamamış kimseler de O'nun ümmeti; ümmet-i davetidirler.


    O'nun ümmeti olma şuuruna eren başka âlemlere ait varlıkların, dünyadaki diğer canlıların, bitkilerin ve cansız varlıkların bulunduğuna dair rivayetler, temel kaynaklarımızda bolca yer almakta ve bize sıkça karşılaştığımız mucizevi türden olaylar ve sahneler sunmaktadır. Bu tür sahneler O'na ümmet olma vasfının sadece müminler ya da insanlıkla sınırlı kalmayıp çok daha geniş bir alanı içerdiğini gösterir. İrfani gelenekte sıkça zikredilen ve Hadis-i Kudsî şeklinde dile getirilen "Sen olmasaydın Ey Habibim, felekleri yaratmazdım" şeklinde vecizeleştirilen ifade bu manaya delalet etmektedir. Bu sebeple bütün kainat Kainatın Efendisine meftun olsa yeğdir.


    Şanı Yüce olan Allah Azze ve Alâ'nın âlemlere rahmetinin tecellisi sonucu yaratılan Seyyidü'l-küll Efendimiz'in mevcudiyeti biz müminler için ise ayrı bir sevinç ve mutluluk vesilesidir. Dolayısıyla, müminin inancının ayrılmaz parçası Yüce Kitabımız Kur'ân-ı Kerim ve O'nun canlı örneği olan Nebiyyi Mefahirimiz (sav) Efendimiz'in yaratılışı ve örnekliğinin farkında oluşumuz bizim için varlık-yokluk meselesidir. Risaletpenâh Efendimiz'in Müslümanlığımız açısından varoluşsal bir değer taşıması da bu sebepledir. Bu açıdan bakılınca; ‘Allah Teâlâ, nasıl ki bizim fiziki varlığımızı topraktan yaratmışsa, manevi varlığımızı inşa etmekte de Hace-i Âlem (sav) Efendimiz Hazretleri'nin rehberlik ve önderliğini vesile kılmıştır' demek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla Mefhar-i Mevcudat Aleyhi Efdalü't-Tahiyyat Efendimiz bizim manevi varlığımızın mimarı olması yönüyle ‘varlık' sebebimiz ve aynı zamanda varlığın hakikatinin bilgisinin temellük etmemizin de vesilesidir.


    Nitekim Sevgili Peygamberimiz (as)'ın izini takip edip, asarıyla teberrük eden seçkin sahabeler topluluğu O'na bu gözle bakmışlardır. Kendisine anne-babalarını feda etme ifadeleriyle hitap eden, kendi canlarından çok O'nu seven, asarı ile teberrük için abdest suyunun bir damlasını bile yere düşürmeyen, mübarek saç ve sakal-ı şeriflerini daha yere düşmeden alıp, ömür boyu sarığının kıvrımından ayırmayan, onların vefatından sonra da kefenine konulmasını vasiyet eden Kutlu Elçi'nin fedakar dostları, seçkin sahabeler topluluğu söz konusu davranışları Basirü'l-Vücûd Efendimiz Hazretleri'nin kendilerinin varlık sebebi olduğunun bilinciyle gerçekleştirmişlerdir.


    Milyonlarca salat ve milyonlarca selam'a layık Efendimiz'den geriye kalan kutsal emanetlerin aynı saygı ve hürmetle yüzyıllar boyu korunup en değerli mukaddes emanetler olmak üzere, en kıymetli mücevherlerle bezenmiş muhafazalıklarda korunması Can-ı Canan Efendimiz'e olan özlemin bitmeyen ifadesidir.


    Seçkin İslam alimlerinin ruha can veren âyet-i kerimeler kadar, temsil etmek suretiyle onlara can veren kutlu örnekliği de ehemmiyet verdiklerini görmek, Sahabe-i Kiram (ra) Hazeratının ardından gelen nesillerin de bu hassasiyeti taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla onların, İnsanlığın Gözünün Nuru Gönlünün Süruru Efendimiz'in sözleri kadar, O'nun davranışlarını ve yaşayış biçimini de öğrenip içselleştirdiklerini ve aynı örnekliği sürdürerek davranışın da devamlılığını sağladığını, O'nun sorumluluğunu tebliğ, temsil ve teşkil ettiklerini müşahede etmek tabii bir gelişmedir.


    Bu sebeple, Gönüller Sultanı Efendimiz (sav)'in görevi sadece vahyi tebliğle sınırlı bir peygamberlik değildir. O'na On Sekiz Bin Âlemin Efendisi vasfını kazandıran yönü, rahmet olarak gönderildiği âlemler için taşıdığı varoluşsal değeridir. Kainatın Rabbi Allah Teâlâ'nın, müminlere hitaben; ‘O'nun yanında yüksek sesle konuşmayın, O'na başka insanlara hitap ettiğiniz gibi hitap etmeyin.' buyurması, Şari-i Ekrem ve Nebiyyi Muhterem Efendimiz Hazretleri'nin huzurunda ve gıyabında kendilerinin nasıl bir adab ve erkana riayetle anılması gerektiğini ortaya koymaktadır.


    Klasik Türk-İslam edebiyatında Esma-i Nebî diye bir edebî türün ortaya çıkması, hadis rivayetinde Efendimiz'in adının geçtiği her yerde dua cümlelerinin mutlaka söylenip yazılmasının bir zorunluluk kabul edilmesi, İslami ilimlerin her birinin kendi geçmişini O'na dayandırması Hayrü'l-Beşer Efendimiz'in şanını tebcil için geliştirilmiş nezih bakış ve usullerdir. Nur-i Dide-i Âlem Efendimiz Hazretlerini ifade etmek üzere Yüce Kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de ve Hayrü'l-Verâ Aleyhi't-Tahâyâ Efendimiz'in hidayet kaynağı ifadelerinde O'na ait yüzlerce kutlu vasıftan söz edilmektedir.


    Nübüvvet nuruyla aydınlanmış kutlu örnekliğin gölgesinde hayat bulup serinleyen ilk nesillerin zihninde sağlıklı bir Peygamber tasavvurunun oluşturulması için daha ziyade Nübüvvetin Parlayan Güneşi Efendimiz'in zahiri evsafına vurgu yapılmıştır. İnsanlığı Cehenneme Sürüklenmekten Koruyan, İnsanların En Güzeli, İnsanların En Kahramanı, Livâü'l-Hamd'in Taşıyıcısı, Ümmetin En Hayırlısı, Âlemlere Rahmet, İnsanlığın Efendisi, Havz-ı Kevser Sahibi, Makam-ı Mahmud'un Sahibi, Tövbe ve Rahmet Peygamberi ... gibi yüzlerce güzel isim ve nitelemeler hep Mefhar-i Mevcudat Efendimiz'i insanlığa anlatan eşsiz sıfatlardır.


    İnsanlığın Göz Bebeği Güzide-i Gül Efendimiz gönül zenginliğinin doruklara ulaştığı Osmanlı düşüncesinde bir başka güzellik ve muhabbetle anılır olmuştur. Vasıfların en güzeli Hakkın Habibi Dürri Beyza Efendimiz için kullanılmıştır. Sözden inciler bin bir itina ve hassasiyetle Beşeriyetin En Hayırlısı Muhammed Mustafa Efendimiz için dizilmiştir. Şiirlerin en duygulusu İnsanlığın Saadet Kaynağı Efendimiz için yazılmıştır. Özlemlerin en derini Kainatın Ay Yüzlüsü Efendimiz'e karşı duyulmuştur. Osmanlı düşünce geleneğinin siyasette, tefekkürde, ilimde, irfanda, içtimaiyatta, sanat ve estetikte çok yönlü bir şekilde, arı duru bir gönül zenginliğinin zirvesinde yüzyılları aşan süreç boyunca nesilden nesle devam etmesi ancak dünya ve ahirette hiçbir kimseye borçlu kalmayan Ser-Çeşme-i Kerem Efendimiz'in yüzü suyu hürmetine ihsan edilmiş bir nimettir. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin ‘Senin zikrini yücelttik' ferman-ı İlahî'sinin tecelli ve tecessüm etmiş, yaşantıya ve ifadeye dökülmüş haline bu lütuf çok görülmemelidir. Ancak ne zaman ki O'nun zikri varoluşsal çerçevede anılmaktan çıkartılmış, işte o vakit insanlık O'na muhtaç hale gelmiş ve Müslümanlar O'nun yolunu gözler olmuştur.


    Şari-i Ekrem ve Nebiyyi Muhterem Aleyhi Ekmelü's-Salatü Vesselam Efendimiz'in yüklendiği mükellefiyet ne zaman ki vahye aracılık eden sıradan bir ‘kişi' derekesine indirilmiş, o zaman insanlık, O Kutlu Elçi'nin Beşeriyeti Aydınlatan Ay Yüzlü güzelliğinin saçtığı ışığa muhtaç hale gelmiştir.


    Modern dönemin, kendini tanrılaştırma çabasına soyunmuş, İlahî iradeye meydan okuyan, vahyin karşısına cılız cüssesine bakmadan duran bu dönem insanının sözü edilen yüce misyonu fark edip idrak etmekten fersah fersah uzaklaştığını görmek ne kadar şaşırtıcıdır.


    Allah'ın Sevgilisi Rahmet Peygamberi Efendimiz'e olan yakınlığı bilimselliğin önündeki en önemli engel sayan ‘dışarıdan bakış'ın tayin ettiği kısırlıkla O'na mübarek isimleriyle hitap etmekten başka hiçbir vasfı layık görmeyen gafil insanlığın O'nu yeniden keşfetmeye ne kadar da ihtiyacı var. İnsanların birbirini acımasızca yok ettiği, herkesin, karşısındakini girdabından bir türlü kurtulamadığı tüketim çarkının bir parçası gördüğü çağımızda, derinden hissettiğimiz maneviyat boşluğundan kurtulmak için Ruhumuzun İlacı Gönlümüzün Sultanı Hidayet Nurunun Aynası Efendimiz'in kılavuzluğuna ne kadar çok ihtiyacımız var. O kutlu elçiden en çok mahrum kalan, zulmetin zifiri karanlığında kaybolmuş modern insan O'nun açtığı nurlu yolun aydınlığına ne kadar muhtaç!


    Çölün susuzluğunu vahaya çeviren Basarü'l-Vücûd Efendimiz!


    Mübarek ellerinin değdiği hurma yığınlarını bereketlendiren, sütsüz koyundan süt akıtan, kurumuş gözeden pınarlar fışkırtan Ekramü'l-Ekremin Efendimiz!


    Şefkat ve muhabbet dolu bir bakışı ile en sert gönülleri bile mumlara çeviren Nuru'l-Ayn Efendimiz!


    Muhabbet yoksunluğunun sarhoşluğu esnasında varlık ve kainat telakkimizin şirazesi dağıldı. Mübarek ellerinle bizim de başımızı okşa, bizim de ıstıraplarımızın dinmesine vesile ol! Bütün insanlık olarak can çekiştiğimiz şu ortamda bize de bir nefes ver! Varlığınla Nurlandırılmış Kutlu Şehrinin; Medinetü'n-Nebî'nin serinleten esenliğinden bir nefes de bize lütfet! Maddi ve manevi varlığımızın eşi benzeri görülmemiş biçimde savrulduğu, maneviyatın yerini vahşet ve dehşetin aldığı günümüzde; insanlık açtığın aydınlık yola müştak... Ümmetin eşsiz şefkatine muhtaç... Canlılar merhametine aç...


    Geçen yüzlerce yıla rağmen tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemiş kutlu vahyin aydınlığında yürüyecek; mübarek ashabının üstlendiği sorumluluğa benzer bir mesuliyeti omuzlarında taşıyacak, O'nu modern insanın idrakine nakşedecek ak yüzlülerin çıkacağı günler için terennüm ettiğimiz dua ve niyazlarımıza seni vesile kılıyoruz...


    Salat, Selam ve Övgülerin En Üstünü Sana olsun Ey Fahr-i Enbiya ve Sened-i Asfiya Muhammed Mustafa...

    İncinmeyen ve İncitmeyen Peygamber

    Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz

    Kur'ân Allah Rasûlü'nün yaratıklara olan şefkatine, insanlara olan merhamet ve re'fetine işaret etmektedir: "Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin hüsranınıza üzülür, saadetinizi cidden ister; müminler için yüreği rikkatle ve merhametle çarpar!"1


    Allah Teâlâ bu âyette kendi isimlerinden olan Rauf (çok şefkatli) ve Rahim (pek merhametli) sıfatlarını Peygamber Efendimiz'e de vermiştir ki, önceki peygamberlerden hiçbiri bu sıfatların ikisine birden mazhar olmamıştır.


    Beşerî ilişkilerde empatinin en önemli vasfı yumuşaklıktır. Peygamberimiz de bu özelliği sebebiyle insanların kabulüne mazhar olmuş, gönüllere taht kurmuştur. Zaten beşerî münasebetlerde insanları etkileyen deha ve zeka değil, karakter ve tutarlı şahsiyettir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah'ın Sana olan rahmeti sayesinde insanlara karşı yumuşak davrandın. Sen katı yürek!i, sert ve acımasız olsaydın insanlar etrafından dağılıverirlerdi."2


    İnsani ilişkilerin nirengi noktası, karşısındakinin farkına varmak ve onun da insan olduğu duygusuna ermektir. Sadece "kendi" merkezli yaşamak, "ben merkezli" düşünmek ve karşısındakileri hiçe sayıp görmezden gelmek insani ilişkilerin en önemli zaaf noktalarından biridir. Beşerî münasebetler, insan ilişkileri ve kişisel gelişimle ilgilenenler derler ki: İnsani ilişkilerin temel noktası, "empati" denilen kendini karşısındakinin yerine koyma prensibidir. Bu açıdan baktığımızda, Asr-ı Saadet'te insanlar Peygamber Efendimiz'in karakter ve şahsiyetine hayranlık duyarak sıcak bir duygu, yanık bir gönülle kendilerini O'nun etrafında pervane etmişlerdir. O'nun (sav), bulunduğu konumu şahsi çıkarları için kullanmayan, külfette en önde, nimet paylaşımında ise en sonda bulunması insanların gözünden kaçmamıştır. Medine'de sebebi bilinmeyen bir gürültü koptuğunda "Ne oldu, bu ses neyin nesi?" diyerek herkesin birbirinden medet umduğu bir sırada O, Ebû Talha (ra)'nın Mendub isimli atına binerek sesin geldiği yere gitmiş ve durumu tetkik ettikten sonra "Korkulacak bir şey yok" sözüyle ashabına sükunet telkin etmiştir.3


    Diğer yandan, Hendek savaşında hendek kazımı esnasında Cabir b. Abdullah (ra)'ın sofrasına davet ettiği yüzlerce sahabeyi bizzat kendisi servis yaparak doyuran ve en sonunda sofraya oturan O'ydu.4 O'ndaki bu fedakar, gözü tok ve riskten kaçınmayan tavır ashabının hayranlığını celb ediyordu.


    Allah Rasûlü'nün, yakın çevresinde bulunan aile fertlerinden başlayarak bütün ashabına ve topyekun insanlara karşı şefkat ve merhametle davrandığını, hiç kimseyi asla incitmediğini görüyoruz.


    Gördüğü yanlışlar ve hatalar karşısında insanları uyarırken, "galat-ı ruyeti" kendine izafe ederek, yani kendisinin yanlış görmüş olduğunu söyleyerek "Bana ne oluyor ki ben bazı kardeşlerimi şu şu hallerde görüyorum."5 derdi. O bu ifadeleriyle, "Kardeşlerim böyle yapmaz, ben herhalde yanlış görüyorum." demek isterdi.


    Kendisine yapılan her türlü haksızlık ve yanlışa karşı olgunlukla mukabele eder, insanların yanlışlarını bağışlardı. Nitekim bir ganimet dağıtımı esnasında kendisinden bol miktarda ganimet isteyen, bunu isterken de yakasına yapışma cüretinde bulunacak kadar ileri giden bedeviye tebessüm ederek talebini yerine getirmiş ve bağışlamıştı.6 Çünkü Allah Teâlâ: "(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut; bağışla; uygun olanı emret; cahillere aldırış etme!" 7 buyurmuştu.


    Haddini bilmeyen, sınırı aşan insanlarla ilişkide sürekli hoşgörülü davranmak, incinmemek ve incitmemek zor bir iştir. Hatta denilebilir ki incinmemek, incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir. Elinize, dilinize, gözünüze sahip olursunuz, kendinizi frenlersiniz ve insanları incitmeyebilirsiniz. Ama insanların ham, çiğ davranışları karşısında incinmemek elde olan bir şey değildir. Bu ancak çok engin bir gönülle aşılabilecek bir nefs engelidir. Allah Rasûlü incitmediği gibi incinmezdi de. Ashab arasında bedevilikten gelmeleri sebebiyle kaba davranışlar sergileyen insanlar olurdu. Hatta Mescid-i Nebî'ye bevletmeye kalkanlar bile vardı. Ancak, O bunlara kızmaz ve bu davranışları sergileyen kimseleri incitmemeye özen gösterirdi. Ashab arasında ölçüsüz tepki gösteren olursa onları da uyarır, hoşgörüye ve incitmeyen nazik tavra davet ederdi.8 Kendisinden, zina etmek üzere izin istemeye gelen bir delikanlıyı hiç kırmadan, incitmeden birtakım sualler sormak suretiyle bu işin yanlış olduğuna inandırmış ve düşüncesinden vazgeçirmişti.9


    Temelinde hamlık ve hoyratlık bulunan kaba davranışlar ve haddini aşan cinsten tavırlar insanları incitir, üzer ve gönüllerini kırar. Nübüvvet pınarının ser-çeşmesi olan peygamberler ve başta Hz. Peygamber incinmeme ve incitmeme konusunda insanlığa model olmuştur. Ahlaki erdemler de ancak model şahsiyetlerden öğrenilebilir. İslam tarihi boyunca ümmetin yaşadığı güzelliklerde Allah Rasûlü'nün yüce şahsiyetinin ve üstün karakterinin izleri vardır. İnsanlar O şahsiyete yaklaşabildikleri ölçüde toplumda kabule layık faziletlere ermişlerdir. İncinmeme ve incitmeme felsefesi edebiyatımızda da ayrı bir güzellik rüzgarı oluşturmuş ve pek çok şair bu konuda duygularını dile getirmiştir. Bunlardan biri olan Pertev Paşa bu manayı şöyle ifade eder:


    Ne şemm et bülbülün verdin, ne de hârdan incin


    Ne gayrın yârine meyl et, ne sen ağyârdan incin


    Ne sen bir kimseden âh al, ne âh u zârdan incin


    Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin


    (Ne bülbülün aşık olduğu gülü kokla ne de dikenden incin, dikenden inciniyor ve korkuyorsan gülü koklamamalısın. Çünkü gülü seven dikenine katlanır.


    Ne Allah'ın dışında başkasının sevgilisine ilgi duy, ne de ağyar sayılan Allah'ın dışındakilerden incin. Allah'ın dışındaki fani şeylere gönlünü kaptırırsan incinirsin, çünkü faniye güvenmek sonuçta insanın güvenini yıkar.


    Ne sen başkasından ah al, ne de başkasının ah u zarından incin. Çünkü başkasından ah alacak işler yapanın başkalarının kendisine ah çektirmesiyle incinmeye hakkı yoktur.)


    Doğrusu başkasından incinmemek ve başkasını incitmemektir. Tek kelimeyle kalb-i selim sahibi olmaktır.

    Esma-i Nebî (Peygamberimizin Mübarek İsimleri)

    Kaynaklarda Hz. Peygamber'in 200'den fazla ismi mevcuttur. Hattat Hilal Kazan bu isimlerden Esma-i Hüsna tarzında levha formuna uyan 102 tanesini seçerek orijinal bir konsept oluşturdu. Geçtiğimiz hafta yayınladığımız eserinden sonra bu levha da ilk defa Sonpeygamber.info'da yayınlanıyor.


    Tablodaki tezhib ise Hatice Algun'a ait.


    Levhanın hemen altında ayrıca Esma-i Nebî'nin Latin harfleriyle okunuş biçimlerini de bulabilirsiniz.

    Image

    Tâ-hâ Âkib Hâşir Mâh Vahid Ahyad Mahmûd Hâmid Ahmed
    Kayyim Rasûlü'r- rahmet Nebi Rasûl Seyyid Tayyib Mutahhar Tâhir Yâ-sin
    Safiyyullâh Habibullâh Abdullâh Müzzemmil Müddessir İklîl Kâmil Mukaffi Muktef
    Şehîr Ma'lûm Mansûr Nâsir Müzekkir Müneccîn Muhyî Hâtemü'l- enbiyâ Neciyyullâh
    Hüden Misbâh Sirâc Münzîr Nezîr Mübeşşir Beşîr Meşhûd Şâhid
    Mükerrem Me'mûn Emîn Hafiy Mucâb Med'uv Dâin Münîr Mehdi(Muhdi)
    Gays Gavs Buşrâ Mutî' Mutâ' Zû-hurmet Zû-kuvvet Müemmel Mekîn
    Muhtâr Ümmi Munteka Müctebâ Mustafâ Seyfullâh Urvetun- vüska Ni'metullâh Gıyâs
    Berr Sıdk Musaddik Sâdik Muslih Sâlih Şefî' Müşeffa' Ecîr
    Kâfin Mukaddes Şefîk Kefîl Mütevekkil Vekîl Nasîh Vecîd Meberr
    Hâdin Sâik Sâbik Mevsul Vâsil Şâfin Mübelliğ Müktef Bâliğ
    Mufaddal Fâdil Mühdin


    Sallallâhu aleyhi vesellem. Ketebethü`l fakîre Hilâl. Tilmîzetü Çelebî. Gufire Zünûbuhümâ. H. 1429 [M. 2008]



    İSLAM ÖNCESİ DÖNEMDE ARABİSTAN

    Dr. Nihal Şahin Utku

    Âlemlere rahmet olarak gönderilen Son Peygamber Hz. Muhammed (sav)'in insanlığa tebliğ ettiği dini ve bu dinin toplum üzerindeki etkilerini anlamak için, Hz. Peygamber'in içinde doğup yetiştiği çevrenin etnik, coğrafi, sosyal, kültürel, iktisadi ve dinî özelliklerinin ana hatlarıyla bilinmesi zaruridir. Zira İslam toplumunun varlığını doğrudan etkilemiş olan bu sürecin ortaya konması, hem peygamberliğinden önceki 40 yıllık hayatını bu muhit içinde geçiren Hz. Muhammed (sav)'in bu toplum içindeki duruşunu anlamamıza yardım edecek; hem de İslam'ı tebliğ ile söz konusu toplum üzerinde meydana gelen değişim ve dönüşümün boyutlarını kavramamıza imkan sağlayacaktır. Tarih boyunca Müslümanlar tarafından asla inkar edilmemiş olan ve "Cahiliye" olarak tavsif edilen bu dönem, asırlar boyunca yazılmış hemen bütün İslam tarihi kitaplarının siyerden önceki bölümünü teşkil etmiş ve İslam tarihinin ayrılmaz bir ön parçası olarak algılanmıştır.

    Coğrafya ve Dini Durum

    Doğusundan Basra Körfezi, batısından Kızıldeniz, güneyinden Hint Okyanusu tarafından kuşatılmış olan Arabistan Yarımadası, dünyanın en kurak ve yağmursuz bölgeleri arasında yer almaktadır.

    Eski Latin ve Yunan kaynaklarında geçen “Arabia” ismi, Nil Nehri’nin hemen doğu kıyısından başlayan ve kuzeyde Sina Yarımadası ve Suriye’yi de içine alan bir bölgeyi kapsamaktaydı. Bugün ise daha dar bir alanı ifade eden Arabistan Yarımadası, 3,1 milyon km2’lik yüzölçümüne ve 9 bin km’lik bir kıyı şeridine sahiptir.

    Yarımadaya düşen yıllık yağış miktarının ortalama olarak 150 milimetrenin altında kalması, bölgede çöl ikliminin hüküm sürmesinde etkilidir. Geçirdiği jeolojik gelişim sonucunda Asya ve Afrika kıtaları arasında uzanan koca bir dikdörtgeni andıran Arabistan, günümüzden 130 ilâ 200 milyon yıl öncesinde Hindistan ve İran’dan, yaklaşık 65 milyon yıl öncesinden itibaren de Afrika’dan kopmuştur. Bir yırtığın iki kenarı gibi birbirine uyumlu bir çift oluşturan Kızıldeniz’in batı ile doğu sahilleri, kıtalar arası kopmanın şekli ve seyri konusunda oldukça önemli ipuçları vermektedir.

    Arapların “Ceziretü’l-Arab” olarak adlandırdıkları Arap Yarımadası, coğrafi yapıyı ve iklimi esas alan birkaç bölgeye ayrılmaktadır. Bu bölgelerin sayısı ve sınırları, tarih boyunca çeşitli tartışmalara konu olmuşsa da, üç bölgenin özellikle ön plana çıktığı görülmektedir: Yarımadanın güneybatısını kapsayan Yemen, batı bölgelerinden oluşan Hicaz ve iç bölgeler ile doğu kıyıları içeren Necid. Hicaz, İslam dininin doğduğu coğrafya olması açısından tarih boyunca coğrafyacılarca daha yakından değerlendirilmiş olmakla birlikte, Yemen de yarımadanın başlıca üretim ve ticaret merkezi olması sebebiyle oldukça dikkat çekmiştir.

    Yarımada tarih boyunca, bir taraftan özellikle yaz aylarında tüm eziciliği ile ortaya çıkan sıcaklık, diğer taraftan da mevsimler, hatta gece ile gündüz arasındaki ani ısı değişimlerinden oldukça menfi bir şekilde etkilenmiştir. Sıcaklığın kuzeyden güneye ve yüksek platolardan alçak kesimlere inildikçe arttığı, hatta kimi zaman 50°C’ye ulaştığı Arabistan’da kış mevsimi, kuzeyde ve Basra körfezi kıyılarında kısmi olarak hissedilirken, sıcaklığın 15°C’nin altına nadir düştüğü Kızıldeniz kıyılarında neredeyse hiç hissedilmemektedir. Şubat’tan Mart’a veya Mayıs’tan Eylül sonuna kadar olan devrede yağabilen yağmurlar, yarımadanın karakteristik sıcak ve kurak iklim özelliğinin oluşturduğu bunaltıcı etkiyi kısmen azaltsa da, kıyılarda gündüzleri 40°C, geceleri ise 30°C’ye ulaşan sıcaklık derecelerinin yaşanmasına engel olamamaktadır. Özellikle sahillerde artan rutubet ile birleşen bu sıcaklıklar, gündelik hayatı oldukça zorlaştırmaktadır. Buna karşılık aynı şartlar, bazı bölgelerin nitelikli ziraatı için uygun bir ortam oluşturmaktadır. Mesela, yarımadanın batı yakasındaki dağ silsilesi ile Kızıldeniz arasında kalan Tihame bölgesinin Yemen Tihamesi olarak bilinen güney kısımlarında sıcaklık kışın bile 25° ilâ 35°C arasında değişmekte olup, sabah vakitlerinde dağlara doğru uzanan nemli sis sayesinde, kahve başta olmak üzere kıymetli zirai mahsullerin yetişmesi mümkün olabilmektedir.

    Arabistan’ın batı kesimlerine hakim olan taşlık sarp dağlar, sellerin meydana getirdiği vadilerle yer yer kesilmiş ve nispeten daha verimli olan bu vadilerin yakınlarında yerleşim bölgeleri kurulmuştur. Ancak buralarda dahi toprağın kumlu, su tutmayan özelliği, verimi yağmurlara bağlı ve oldukça kısa dönemlere has kılmaktadır. Bu sebeple söz konusu yerleşimlerin pek çoğu, göçebe Arapların dönemsel olarak durdukları geçici yerleşim bölgeleri olarak kalmıştır. Diğer yandan Yemen’de derinlere çekilen vadi sularının kullanımını mümkün kılacak teknikler ve ölçekler geliştirilmiş ve bu sayede bu tür vadilerin iskana müsait hale getirilmesi mümkün kılınmıştır. Yerleşim, daha ziyade Arapların “hasa” kelimesinin çoğulu olan ve üstü kumluk, altı sert kaya olan yerler için kullandıkları “Ahsâ” adlı bölgelerde gerçekleşmiştir. Yağmur yağdığında, bu sert tabakanın, suların yerin derinliklerine çekilmesini engelleyici bir rol oynaması ve bu sayede suyun insanlarca kullanımını mümkün kılması, bu bölgelerin tercih edilmesinde temel belirleyici olmuştur. Toprağın niteliği ve yağmur rejimi kalıcı zirai alanları daraltmaktadır. Yağmurun, güneybatı, güney ve güneydoğuda yaz yağışları şeklinde (muson) düştüğü Arap yarımadasında, ani ve kısa süreli yağışların doldurduğu vadilerdeki sular, sıcak iklim yüzünden yaşanan buharlaşmanın etkisiyle toprağın derinliğine dahi inemeden buharlaşmakta, buna bağlı olarak da akarsu vadileri çoğunlukla kuru kalmaktadır. Bu durumun toprağın aşırı geçirgen ve su tutmaz yapısıyla birleşmesi, yeraltı su kaynaklarını cılızlaştırmakta, dolayısıyla tabii sulamaya dayalı tarla ziraatı, yalnızca güneybatı ile sınırlı kalmaktadır.

    Yarımadanın bitki örtüsünü de belirleyen söz konusu iklim şartları, ancak ağaççıklar, çalılar, bodur çalılar ve yarıçalılar gibi uzun ömürlü ve kurak iklime uyum sağlayan bitkilere müsaade etmektedir. Bölgenin faunasına, yalnızca yağmur mevsiminde gelişebilen ve oldukça kısa ömürlü olan bitkileri de eklemek gerekir. Bölgenin en büyük ve ürkütücü çölü olan güneydoğudaki Rub’ul-hali’de olduğu gibi, bitkilerin yeraltı su kaynaklarına erişemedikleri yerlerde bitki örtüsü neredeyse hiç yoktur.

    Bütün bunlar esasında yarımadada hakim olan elverişsiz tabiat şartlarının, büyük ölçüde ülkenin su kaynakları bakımından yaşadığı mahrumiyetten kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Büyük kısmı çorak olan bu coğrafyanın, nispeten bol yağışın düştüğü verimli ve bereketli topraklarla taltif edilmiş güneybatı bölgesi ile iç bölgelerin kurak ve verimsiz toprakları ve çölleri arasındaki uçurumun temelinde bu unsur yatmaktadır. Yarımadanın güneyi dışındaki diğer kısımlarında daimi su kaynakları, seyrek aralıklarla serpiştirilmiş olan vahalardaki yeraltı sularından ibarettir. Vadi boylarında açılan kuyuları kum fırtınaları sürekli kapatmakta, yağmurdan sonra sel suları ile kabaran vadilerde biriken su birikintileri ise kısa sürede buharlaşmaktadır.

    Bölgeler arasındaki coğrafyanın bitki örtüsüne de damgasını vuran bu farklılık, bölgesel ürünlerde de kendini göstermiştir. İç bölgeler, kurak bitki örtüsünü yansıtan ve susuzluğa alışkın olan hurma ağaçlarıyla belirginleşirken; Yemen, verimliliğin ve lüksün sembolü olan günlük (tütsü) ağacı ile şöhret bulmuştur. Halkın ana besin kaynağını hurmanın oluşturduğu yarımadanın vaha kısımlarında, bir miktar buğday ve arpanın yanı sıra, darı, soğan, susam, muhtelif sebze, baklagiller, tütün, kayısı, badem, incir, üzüm ve narenciye yetiştirilebilen kısıtlı bölgeler yer alırken; güneyde muz, pamuk, kahve, hatta pirinç ve şekerkamışı gibi muhtelif mahsullerin yetişmesi mümkün olabilmektedir.

    Yarımadanın kara iklimi bakımından taşıdığı elverişsizlik, etrafındaki denizlere de yansımaktadır. Gerek Kızıldeniz, gerekse Basra Körfezi’nin iklimi ve yapısı, bu denizlere kıyısı olan bölgelerin gelişmesini de engelleyecek niteliktedir. Her iki deniz de sığlıklar, mercan kayalıkları, ters akıntılar ve rüzgarlarıyla, bölge denizciliğini oldukça zorlaştırmaktadır. Arabistan Yarımadası’nın kıyı coğrafyası da, bu zorlukları kolaylaştıracak özellikleri barındırmamaktadır. Başta güney sahil şeridi olmak üzere, kıyı şeridi liman olmaya elverişli değildir. Denize açılan az sayıdaki liman kentleri de bu şehirlerdeki ticaretin gelişimini destekleyecek bir kara ulaşım ağına ve şehirleri besleyecek bir tarımsal hinterlanda sahip değildir. Bu anlamda belki tek istisna Aden gibi gözükmektedir.

    Tüm bu olumsuz şartlara rağmen bölge, ticaret veya ziraattan geçimini temin eden şehirli ve hayvancılıkla uğraşan göçebe bir nüfus barındırmıştır. Göçebe bedeviler aynı zamanda ticaret kervanlarını korumak ve onlara kılavuzluk etmek, ya da bunlara saldırarak mallarına el koymak gibi geçim yolları da edinmişlerdir. Kıyılarda ise daha ziyade ticaret, gemicilik, balıkçılık, inci ve sünger avcılığı ön plana çıkmaktadır.

    Özetle, gerek deniz, gerekse kara iklim ve coğrafyasının bölgenin aleyhine işlediği böyle zorlu bir coğrafyada uzun süreli yerleşimler genellikle mümkün olmamıştır. Zaman içinde Cidde gibi bazı yerleşim yerleri yükseliş gösterirken, bir zamanlar Medine’nin limanı olan Car gibi kimi şehirler ise bölge haritasından silinmişlerdir.

    Şuaybe’nin Mekke’nin limanı olduğu dönemlerde, kulübelerden oluşan ve ancak nadiren ticari gemilerin indirme - bindirme yaptığı küçük bir balıkçı köyü olduğu tahmin edilmektedir. Cidde’nin belli başlı bir liman haline gelmesi ve önem kazanması, Hz. Osman’ın burayı Şuaybe’nin yerine, Mekke’nin sahili ve limanı kılması ile gerçekleşmiştir. Şehir bu dönemde bir taraftan Mekke’nin limanı olması hasebiyle gelişmiş, diğer taraftan da Hicaz’ın savunması için stratejik bir mevkide yer alması sebebiyle bir garnizon şehri mahiyetine büründürülerek müstahkem hale getirilmiştir. Cidde, bir yandan limanı olduğu Mekke’nin ticari refahından faydalanmış; diğer yandan da İslam dünyasının odak noktası olan bu şehri, Mısır ve Hindistan’dan gelen malların buluştuğu büyük bir ithalat merkezi haline getirmiştir. Zaman içinde kazandığı dinî, iktisadi, stratejik önemle Kızıldeniz ve Arap yarımadasının en hareketli ve mühim limanı haline gelen Cidde, Kızıldeniz seferlerinin durak iskelesi olması bakımından da tarih boyunca önemini hep korumuştur. Ticari bakımdan taşıdığı ehemmiyet ile de Ortaçağlarda dünyanın sayılı ticaret merkezleri arasında yer almayı başarmıştır. Dahası zamanla, ama özellikle de Haçlı seferlerinin kuzeyden gelen karayolunun güvenliğini tehlikeye attığı dönemlerde Cidde, Kızıldeniz havalisinden gelen ve deniz yolunu tercih eden hac kafileleri için önemli bir buluşma ve transit noktası olmuştur.

    İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA DİNÎ DURUM

    İslam’dan önceki Arapların dinleri hakkındaki bilgiler, esas itibariyle Kuzey ve Güney Arabistan kitabeleri ile arkeolojik verilere dayanmaktadır. Ancak bu belgelerde yer alan malzemeler; inanç esasları, ibadet ve dua gibi temel dinî konularda izahlar getirmekten ziyade, Tanrı ve put adları konusunda bilgi vermektedirler. İslam öncesi Arapların dinleri hakkında, kitabeler ve arkeolojik eserlerin yanı sıra Asur, İbrani, Yunan ve Latin kaynakları ile İslam öncesi Arap toplumu hakkında doğrudan malumat sunan Cahiliye şiiri ve atasözlerinden de istifade etmek mümkündür. Bu çeşitli ve kısıtlı kaynaklar dışında, özellikle İslam’ın doğuşunun hemen öncesinde ve İslam’ın doğduğu ilk dönemdeki müşrik Arapların dinleri hakkında, Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere tefsir, hadis, siyer ve tarih sahasında yazılmış eserlerde de oldukça güvenilir ve ayrıntılı bilgilere rastlanmaktadır.

    Putperestlik

    Image

    İslam’dan önceki Araplar arasında her ne kadar Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik, Sabiîlik ve Haniflik gibi farklı dinî inanışlara rastlansa da, en yaygın dinî inanç hiç şüphe yok ki, putperestliktir. Özellikle bedevilerin itikat esasını oluşturan bu inanç, Samilere has inanışın en eski ve iptidai şeklini temsil eder. Esasında putperestliğin Araplara girişinin sonradan gerçekleştiği, Arapların başlangıçta yaratıcının varlığını inkar etmedikleri, ancak zaman içinde heybetinden ürktükleri Tanrı'ya yalnızca aracılarla ulaşabileceklerini düşünerek putlar edindikleri, dolayısıyla putperestliğin Araplara girişinin yabancı kaynaklı olduğu yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Bu iddia, Mekke halkının esasında Hz. İbrahim’in Kâbe’yi inşa etmesiyle tevhid inancı ile tanıştığı; ancak İbrahim ve oğlu İsmail neslinin, zaman içinde ihtiyaçlarına cevap veremeyen Mekke şehrinden ayrılırken yanlarında Kâbe’den kopardıkları küçük taş parçalarını da götürdükleri ve gittikleri yerlerde kutsal kabul ettikleri bu taşlara tazim göstererek bu inançtan bir uzaklaşma yaşadıkları tezi üzerine dayandırılmıştır.

    Taşlara gösterilen bu tazimin tapınma şeklini alışı, Mekke ve Kâbe’nin Huzaa kabilesinin hakimiyeti altına girdiği miladi üçüncü asra tekabül etmektedir. Rivayete göre, bu kabilenin liderlerinden Amr b. Luhay, ticaret amacıyla gittiği Şam’dan aldığı Hübel adlı putu Mekke’ye getirerek Kâbe’nin avlusuna dikmiş ve halkı buna tapınmaya davet etmiştir. Yarımadaya bu şekilde giren putatapıcılık zaman içinde yaygınlaşmış ve çok geçmeden de yarımada halkının hakim inancı haline gelmiştir. Kâbe’ye getirilen put sayısı zamanla büyük artış göstermiş; öyle ki her kabilenin, hatta her ailenin kendisine ait bir putu olmuştur. İslam’ın bölgede ortaya çıktığı dönemde Kâbe’deki put sayısının 360’a ulaştığı bilinmektedir. Bunlar içinde en meşhurları Hübel, İsaf ve Naile, Ved ve Hicaz’da “Allah’ın kızları” sayılan üç ilahe Lat, Menat ve Uzza’dır. Bunlardan Mekke’ye getirilen ilk put olma özelliği taşıyan ve Mekke’nin en itibar gören putu sayılan Hübel, insan suretinde olup, kırmızı akikten yapılmıştı. Arap kabilelerinin tümü tarafından ilah kabul edilen bu putun Suriye’den getirilişi sırasında eli kırılmış; bunun üzerine Kureyş müşrikleri tarafından altın bir el takılmıştır. Safa’daki İsaf ile Merve’deki Naile ise, Kâbe’de zina yapan iki insanı temsil ediyordu. Ved, Huzaa kabilesinin putu olup, iri cüsseli bir erkek heykeldi. Arapların en eski mabutlarından olan ve güneşi temsil ettiğine inanılan bir tanrıça sayılan Lat, kalıntılarda bazen güneşin bir parçası, bazen çıplak bir kadın, bazen de bir at olarak tasvir edilmiştir. Hicaz’ın yanı sıra Irak, Şam, Nabat ve Safa gibi bölgelerde de tapınılan Uzza ise, Kureyş’in en büyük putlarındandı. Kureyş’in yanı sıra başka pek çok kabilenin daha takdis ettiği deniz kıyısında bir tapınağı bulunan kader tanrıçası Menat’a gelince, özellikle Hicaz bölgesinin en ilgi çeken tanrıçalarından biri olarak kabul ediliyordu. Kâbe’nin çevresindeki putların sayısı ve onlara atfedilen önem kabileden kabileye değişmekle birlikte, söz konusu putların bütün kabileler nezdinde belli bir saygınlığı vardı.

    Cahiliye Arapları her ne kadar esas itibariyle putlara tapsalar da, yaratıcı tanrıyı ifade etmek üzere “Allah” diye çağrılan üstün bir Tanrının varlığını da kabul ediyorlardı. Nitekim bölgede Hz. İbrahim peygamberin dini olan Hanifliği benimsemiş kimselerin bulunması, tevhid inancının Arap yarımadası için yabancı olmadığının delili kabul edilmiştir. Milattan sonraki yıllarda özellikle Güney Arabistan’da var olduğu bilinen ve muhtemelen ticaret yoluyla Mekke’ye de taşınmış olan bu inancın, Cahiliye şiirinde de yer alması dikkat çekicidir. Zira Cahiliye şiirinde geçen ve Allah’ı ifade etmek üzere kullanılan “rahman” kelimesinin Cahiliye döneminde çoğulunun bulunmaması, bu kelimenin bir tek tanrıyı ifade ettiği şeklinde yorumlanmıştır.

    Kur’ân-ı Kerim’in de işaret ettiği üzere (ez-Zümer, 39/3) Müşrik Araplar putlara, yalnızca kendilerini Allah’a yaklaştırmaları amacıyla tapıyorlardı. Öyle ki onlar, yeryüzünü sulayıp ekinleri yetiştiren, sürüleri çoğaltıp insanın emrine veren Allah’ın “her şeyin yaratıcısı”, “yeryüzünün Rabbi”, “göklerin ve yerin sahibi” olduğunu biliyorlar ve sıkıntılı zamanlarında O’na yalvarıyor, en büyük yeminlerini O’nun adına ediyorlardı. Hatta ürünlerinin bir kısmını dahi O’nun adına ayırıyorlardı. Tehlike anında dua ediyorlar; ancak tehlikeden kurtulunca O’nun varlığını unutuyorlardı. Putlara kurban kesiyorlar; ama aynı zamanda Allah'a ibadet ediyorlardı. Bütün bunlar, Cahiliye Araplarında Allah inancının oldukça muğlak olduğunu ve bir inanç bunalım ve kargaşasının yaşandığını göstermektedir. Her ne kadar bilinç düzeyinde aracı olarak görülseler de günlük yaşam içinde putlar hayatın bütün alanlarını kuşatmış ve hakim inanç alanı oluşturmuş durumdaydı.

    Cahiliye Araplarının putlar için kullandığı en yaygın ve şümullü ifadeler, sanem ve vesen kelimeleriydi. “Heykel”in karşılığı olarak kullanılan sanem, “Allah’tan başka tapılan şey” anlamına gelmekteyken, “Dikili taş” anlamına gelen “Nasb”ın daha ziyade taştan yapılmış mabutlar için kullanıldığı sanılmaktadır.

    Putperestliğin tabii sonucu olarak Cahiliye dönemi Arabistan’ında bir put veya tapınak edinmek oldukça önemliydi. Hemen her evde tapınılacak bir putun yer aldığı Cahiliye Arabistan’ında, ayrıca Kâbe veya tapınak önlerine de taş dikilirdi. İbadetlerin toplu olarak yapıldığı yerler, çok sayıda putun yer aldığı tapınaklar olup, ibadetler tavaf eder gibi taşın çevresini dolaşmak suretiyle gerçekleştirilirdi. Göçebelerin tapınak ihtiyacını karşılamak için de konaklanılan yerlerde kurulan çadırlardan biri tahsis edilirdi. Araplar nezdinde büyük saygınlığı olan bu tapınaklar çoğunlukla “beyt” adıyla anılsa da, küp şeklinde olanlarına “kâbe” denmekteydi. Yemen’in San’a bölgesindeki Riyam tapınağı, Cahiliye döneminin en tanınmış tapınakları arasında yer almaktaydı.

    Cahiliye dönemi Arap inanışında ibadetlerin başlıca gayesi, dünyevi bir takım hedeflere ulaşmak olup, ibadet biçimi put evlerinde yapılan dua, secde ve tavafın yanı sıra kurban kesmek ve sadaka vermek şeklinde gerçekleştirilirdi. Genellikle sağlık, zenginlik, zafer ve evlat sahibi olma gibi isteklerin dile getirildiği duaların kabulü için, putlardan yardım ve şefaat talep edilirdi. Hayatın ana gayesini, dünya zevklerinden olabildiğince istifade etmek üzerine temellendirmiş olan Cahiliye inanışında ahiret inancı yer almasa da, bunun da Allah inancı gibi muğlak olduğunu görürüz. Zira ölünün yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaç maddeleriyle mezara konması, keza mezarın başına aç-susuz bırakılarak ölüme terk edilen ve ölüye mahşere giderken bineklik yapacağına inanılan bir hayvanın bırakılması, bilinçaltında ölüm sonrasında ikinci bir hayatın var olduğuna dair bir telakkinin yattığını gösterir.

    Cahiliye dönemi Arap dini inanışının ana mahalli, hiç şüphe yok ki Kâbe ve çevresidir. Nitekim hac ibadetinin, Cahiliye döneminin en yaygın ve düzenli ibadet şekli olduğu bilinmektedir. Savaşın yasak olduğu ve kabileler arası çatışmanın sona erdirildiği hac mevsiminde, her kabile Kâbe’yi tavaf eder; tavaf sırasında kendi putları önüne geldiklerinde de saygıyla eğilip dua eder ve telbiye getirirlerdi. Günahlardan arınmayı sembolize etmek üzere tavaf, umumiyetle çıplak olarak gerçekleştirilirdi. Bir bayram coşkusu içinde algılanan haccın esasını tavaf teşkil etse de, hac ibadeti, Kâbe dışındaki putların yer aldığı bölgedeki diğer tapınakların da ziyaretini kapsardı. Tanrının varlığının izini taşıdığına inanılan ve bu nedenle kutsal sayılan tapınaklar dahilinde hiçbir canlı varlık yok edilemezdi. Bu bakımdan bu gibi mekanlar, kabile taassubunun hışmına uğramış ve can güvenliğinden endişe edenler için ideal bir sığınaktı. Söz konusu tapınaklardaki Tanrılara muhtelif armağanlar ve güzel kokular sunan, adaklar adayıp hayvanlar kurban eden Cahiliye Araplarının, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi oruç tuttukları, keza çocuklarını sünnet ettirdikleri bilinmektedir. Gusül ve ölülerin yıkanıp kefenlenmesi gibi uygulamaların da var olduğu bilinse de, yaygınlık dereceleri hakkında net bir kanaat yoktur.

    Önemli işlerinin halli konusunda putlardan yardım dileyen, onlar önünde çektikleri fal okları ile problemlerine çözüm arayan ve bütün bunları dinî bir vecibe haline getiren müşrik Araplar, kuşların uçuşuna, ya da hayvanların yönüne bakarak kehanette bulunurlar; nazardan korunmak için de muska ve tılsımlara başvururlardı. Eşyalarının yanı sıra çanak çömlekle gömülen ölüleri için de adakta bulunurlar; mezarlarına da heykel veya taşlar dikerlerdi.

    Haniflik

    İslam’ın ortaya çıkmasından hemen önce hem Kureyş putperestliğine karşı gösterdikleri dirençle, hem de kitap ehli Hıristiyanlık ve Yahudiliğe karşı koydukları mesafeli tutumla dikkatleri üzerlerine çekmiş olan Hanifler, tevhid inancının bütün yarımada boyunca yayılmasında ve İslam’ın ortaya çıkmasında hazırlayıcı bir rol oynamışlardır. Sayılarının azlığına ve zühdü temsil eden münzevi ve münferit yaşamlarına rağmen, hem sürdükleri sade hayat biçimiyle, hem de soy, bilgi ve kültür bakımından temsil ettikleri değerlerle, Cahiliye döneminin öne çıkan unsurları olmayı başarmışlardır. Kur’ân’ın da övgüyle andığı (el-Hac, 22/30-1) bu zümre, tevhid esasına dayandığını söyledikleri Hz. İbrahim dininin muhtelif coğrafyalara taşınmasında önemli rol oynamıştır.

    Yahudilik

    Image

    İslam öncesi Arap toplumu içinde kitabi iki dinden biri olan Yahudiliğin Yemen ve Yesrib bölgeleri dışında fazla bir müntesip bulmadığı görülmektedir. Söz konusu bölgelerin Yahudilikle tanışması, bir yandan M.Ö. VI. yüzyılda Kudüs’ün işgal edilmesi, diğer yandan da Roma’nın Suriye ve Filistin bölgelerinde sıkı takibat yapması sonucunda Hicaz'ın bu bölgelerden gelen Yahudilerin göç alanı haline gelmesi sırasında gerçekleşmiştir. Daha ziyade Medine, Hayber, Fedek, Teyma ve Vadiülkura gibi bölgelere yerleşen söz konusu Yahudilerle miladi II. veya III. yüzyılda aynı bölgeye göç eden Yemen asıllı Evs ve Hazrec kabileleri arasında yaşanan gerginlik, Yahudiliğin bu bölge Arapları üzerinde kayda değer bir etki bırakmasını önlemiştir. Her ne kadar gerek bölgede faaliyet gösteren Yahudi tüccarın etkisiyle, gerekse Yemen'in Himyeri hükümdarı Zû Nüvas'ın Yahudi olmasıyla Yahudilik, Arap yarımadasının güney batısında genişleme imkanı bulmuşsa da, bu dinin milli bir din kabul edilmesi, Yahudilerin kendilerini diğer din mensuplarından üstün görmeleri, Yahudi ahkamının bedevi yaşam tarzına uygun olmaması gibi nedenlerle bu din Araplar üzerinde fazla rağbet görmemiştir.

    Hıristiyanlık

    Image

    Yahudiliğin İslam öncesindeki Arap toplumu üzerinde bu nedenlerle sınırlı bir etki yaptığından bahsederken, Hıristiyanlığın çok daha etkin bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Hıristiyanlığın Arap yarımadasına girişi, miladi IV. asırdan itibaren kuzeyde Suriye, güneyde ise Habeşistan yoluyla gerçekleşmiştir. Suriye bölgesinden gelen Hıristiyanlar, doğu kiliseleri arasındaki mezhep ihtilafları nedeniyle Bizans topraklarında barınamayan muhalif gruplardan oluşmaktaydı. Bunlar, başlangıçta Kuzey Arabistan'daki Gassani ve Hire Arapları arasında etkili olmuşlarsa da zamanla birçok Arap kabilesinin daha Hıristiyanlaşmasına yol açmışlardır.

    Güney Arabistan'da Hıristiyanlığın yayılması ise daha ziyade Habeşliler eliyle gerçekleşmiştir. Necran'ı bu dinin Arabistan topraklarındaki önemli merkezlerinden biri yapmaya çalışan Habeşliler dışında, Sasaniler karşısında bölgede üstünlük kurmak isteyen Roma İmparatorluğu'nun verdiği desteğin de Hıristiyanlığın gelişmesinde etkili olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle Himyeri Kralı Zû Nüvas'ın Yahudiliği seçmesiyle başlayan bölgenin Yahudileştirilmesi sürecinde, Hıristiyanlık Güney Arabistan'da büyük güç kaybına uğramışsa da, gerek Bizans İmparatorluğu'nun gerekse Habeşistan Krallığı'nın devreye girmesiyle bölgenin yeniden Hıristiyanlaştırılması sağlanmıştır. Hatta Güney Arabistan'da hedeflerine ulaşan Habeşistan kuvvetleri, valileri Ebrehe vasıtasıyla Hicaz bölgesine kadar ilerlemişlerse de başarılı olamamışlardır.

    Hıristiyanlığın Arap yarımadasında kolay yayılmasında, bu dinin putperestliğin iptidai ve sade yapısına nispetle çok daha gösterişli bir görünüm arz etmesinin de etkili olduğu üzerinde durulmuş; Hıristiyan kültürünün, ayinleri, dinî kıyafetleri, görkemli mabetleri, heykelleri ve ikonaları ile Araplar üzerinde belli bir cazibe oluşturduğu dile getirilmiştir. Nitekim Araplar arasında Hıristiyanlığın şeklî cazibesini anlatan şiirlerin kaleme alınması da bunu teyit etmektedir. Bunda Hıristiyan misyoner ve rahiplerinin yoğun propagandalarının da önemli bir etkisi olmuştur. Ana yayılma alanı Kuzey Arabistan olan, ancak yarımadanın sahil bölgeleri ile Yemen’de de etkisini gösteren Hıristiyanlığın kabul gördüğü Arap kabileleri arasında, Kudaa, Gassan, Lahm, Tağlib, Bekr, Behra, Âmile, Süleyh ve İyad'ı saymak mümkündür.

    Ayrıca Yemen ve Irak dolaylarında, sayıları az da olsa, yıldızlara ve diğer gök cisimlerine tapanlara rastlandığı gibi, Bahreyn civarında da ateşe tapan Mecusiler bulunmaktaydı.

    İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA SOSYAL DURUM

    Dr. Nihal Şahin Utku

    İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA SOSYAL DURUM

    Toplumsal Yapı

    Hac Kervanı

    Arap yarımadası üzerindeki sosyal hayatın şekillenmesinde, hiç şüphe yok ki bölgenin içinde bulunduğu coğrafi ortamın ve iklim özelliklerinin önemli bir etkisi olmuştur. Nitekim vahalarda yaşayan yerleşiklerle (hadari), kırsal kesimde yaşayan göçebeler (bedevi), Cahiliye dönemi Arap toplumunun belli başlı iki temel unsurunu oluşturmuştur. Bölgedeki iki farklı hayat tarzını yansıtan bu tasnif, aynı zamanda yarımadanın birbirinden farklı coğrafi ve iklim özelliklerini de ön plana çıkarmaktadır. Zira bedevilik oldukça kısıtlı imkanlarla yaşayan ve coğrafi ve iklim özellikleri bakımından çok daha nasipsiz bir bölge olan Kuzey ve Orta Arabistan’ın hakim hayat biçimi iken, hadarilik, yaşam imkanlarının çok daha çeşitlendiği güneyin hayat tarzını temsil etmiştir. Hatta Arap toplumu içindeki bu ayrıma ilk defa Kur’ân-ı Kerim dikkat çekmiş ve yarımadanın köy ve şehirlerinde yaşayanlar “arab”, çölde göçebe olarak yaşayanlarsa “a’rab: bedevi” olarak anılmıştır.

    Araplar her ne kadar hayat tarzı bakımından bedevi ve yerleşik olarak tasnif edilseler de mensup oldukları kol itibariyle de iki ana grupta ele alınırlar. "Arab-ı Baide" olarak isimlendirilen birinci kol, İslam'dan önceki asırlarda yaşamış olup, nesilleri tükenmiş ve diğer kabilelere karışarak isimleri unutulmuş olan Arap kabileleridir. "Arab-ı Bakıye" olarak isimlendirilen ve İslam'ın doğuşu sırasında hâlâ soyları devam eden ve yarımada halkını teşkil eden ikinci kol ise, kendi içinde iki ana gruba ayrılmıştır. Bunlardan ilki, "Arab-ı Âribe" denen Yemen asıllı Kahtani kabileleri olup, insanlığın ikinci babası sayılan Hz. Nuh'un oğlu Sam'ın soyundan gelmektedirler. Arim seli sonucu ülkelerini terk etmek zorunda kalan ve zorunlu bir göç gerçekleştiren bu kabilelerden Huzaa Mekke'ye, Evs ve Hazrec ise Medine'ye gitmiş ve oranın yerleşik halklarını oluşturmuşlardır. Yine bu kabilelerden Suriye'ye gidenler Gassaniler Devleti'ni, Irak'a gidenler ise Hireliler Devleti'ni kurmuşlardır. "Arab-ı Âribe'nin ikinci kolu olan Arab-ı Müstaribe'ye gelince, soy olarak Hz. İsmail'e ulaşmakta olup, Hicaz ve Necd halkı ile Arap yarımadası ortalarında yaşayan ve iki kıtaya da komşu olan yerlerin halkını tanımlamıştır. Babası İbrahim tarafından Mekke'ye getirilen ve Kahtaniler'den Cürhüm kabilesine mensup bir kadınla evlenen Hz. İsmail'in neslini kapsayan bu kol, Hz. Peygamber'in atası Adnan'a nispetle "Adnaniler" diye isimlendirildiği gibi, Mudariler, Meaddiler, Nizariler gibi adlarla da anılmıştır. En büyük kollarından biri Hz. Peygamber'in mensubu olduğu Kureyş kabilesi olan bu boya mensup kabilelerin çoğu, Mekke ve çevresinde yoğunlaşmış olup, bölgenin hakim toplumsal kesimini oluşturmuştur.

    Bedevilik

    Image

    Hayat tarzı bakımından hadari ve bedevi şeklinde tasnif ettiğimiz Arap toplumunun büyük çoğunluğunu, deve veya keçi kılından yapılmış çadırlarda göçebe olarak yaşayan bedeviler oluştururken, geriye kalan kısmını da hadariler dediğimiz köy, kasaba ve şehirlerde kerpiçten yapılmış evlerde yaşayan yerleşikler oluşturmaktaydı. İslamiyet’in ortaya çıktığı bölgenin Orta ve Kuzey Arabistan olduğu dikkate alındığında, çöl ikliminin hüküm sürdüğü bu bölgedeki hakim yaşam tarzını, “göçebe deve çobanlığına dayalı bedevilik” şeklinde tanımlamak uygun olur. Tarihin çok eski zamanlarında Araplar tarafından ehlileştirildiği bilinen ve açlık ve susuzluğa karşı gösterdiği dirençle çöl ikliminin vazgeçilmez vasıtası haline gelen develer, zamanla bu coğrafya insanının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Öyle ki 57 derece sıcaklıkta 17 gün hiç su almadan 200 kilo kadar yük taşıyabilen olağanüstü hayvanlardır develer. İklim şartlarına bağlı olarak daimî bir göçün yaşandığı bedevi yaşamında, dişi develerden oluşan bir sürü, çok büyük bir servet anlamına gelmektedir. "Bir hafta kendilerine yetecek yiyeceği saklamaya uygun karınları, yiyecek deposu olarak işlev gören yağ hörgüçleri; kum fırtınalarına karşı özel perdelerle donatılmış burunları, çift sıra kirpikli gözleri, içi tüylü kulakları; dikenli bitkileri yemeye uygun ağız yapıları ve bunları hazmedebilen sindirim sistemleri; aşırı sıcağa ve soğuğa dayanma kabiliyetleri ve bir defada 60 litre su içerek bu suyu vücutlarının her yerine hızlı bir şekilde dağıtabilmeleri" gibi özelliklerinin yanı sıra, "fırtınalarda yer değiştiren kum tepelerine rağmen yolunu şaşırmayan güçlü hafızaları" ile develerin, söz konusu coğrafya için yaratıldığından kimsenin şüphesi olamaz. Arapçada deve ile ilgili kelimelerin bir kitap hacmine ulaşacak kadar çok olması, keza Cahiliye şiirinin ana konularından birini develerin teşkil etmesi, onların Arap toplumunda edindiği yeri göstermektedir. Çölde haftalar süren uzun yolculuklarda vücutlarından su temin edilebilen bu hayvanlar, eski dünyada kıtalararası ticarette oynadıkları rolle, medeniyetin gelişmesine de önemli bir katkıda bulunmuşlardır.

    Ani baskınlarda veya komşu kabilelerin çadırlarının ziyareti sırasında at tercih edilse de, develer hiç şüphesiz Cahiliye dönemi Arap toplumunun en yaygın binek hayvanları olmuştur. Develerin, yük ve binek hayvanı olarak kullanılmaları dışında, et, süt, deri, gübre, yün ve gölgelerinden de istifade edilmiştir.

    İslam öncesi Arabistan’ını en iyi tanımlayabilecek 3 şey, çöl, deve ve bedevidir. Çölün kendine has ağır şartlarını, deve gibi mucizevi bir hayvanla kolaylaştırmış olan bedeviler, genellikle deve yününden yapılmış çadırlarda yaşamaktaydı. Taşınması kolay ve pratik olarak toplanabilen çadırları tercih eden bedeviler, çadırlarında ayrıca silahlarını, kendilerine ve hayvanlarına ait yiyecekleri, kaplarını ve koşum aletlerini de muhafaza etmekteydi. Çadırların kurulup toplanmaları ile tamir işleri kadınlar tarafından yapılmaktaydı.

    Image

    Yağmurların düşmeye başladığı ilkbahar mevsiminin gelmesiyle yeşillenmiş bölgelere hücum eden bedevi Araplar, hayvanları için uygun mera haline gelmiş bu alanları hemen yaşam alanına çevirirlerdi. Birkaç hafta içinde otları tükenecek olan bu geçici meralardan azami derecede istifade ederler; bir anlamda çok geçmeden gelecek kurak ve kıtlık dolu günler için depolama yaparlardı. Esasında bedeviler devamlı göç halinde olsalar da her kabilenin kendine ait bir merası mevcuttu. Fırtınaların ve yağmurun ne zaman gerçekleşeceğini bilmeye yarayan “ilmü’l-enva” sayesinde geçici meraların yerlerini tayin edebilen bedeviler, bu meralardaki otların tükenmesinden sonra asıl meralarına dönerlerdi.

    Sefil denebilecek kıt kanaat şartlarda yaşayan ve ancak zorunlu ihtiyaçlarını temin derdinde olan bedevilerin temel besin kaynakları hurma ve süt idi. Av hayvanları istisna edilecek olursa bedeviler eti, ancak özel misafirleri veya şenlikleri için hayvan kestikleri zamanlarda yiyebilirlerdi. Avlanmaya düşkünlükleri ile bilinen bedevilerin avladıkları hayvanlar arasında, dağ keçisi, yaban sığırı, ceylan, yaban eşeği, tavşan, keklik, deve kuşu ve kertenkele yer almaktaydı. Pişirilerek yenen veya hurma ile karıştırılmak suretiyle ezmesi yapılan çekirge de bedevi sofralarında yer almaktaydı.

    Çöl hayatının neden olduğu olumsuz iktisadi ve sosyal şartlar, bedevi kabileler arasında genellikle su ve otlak yüzünden sık sık çatışmaların yaşanmasına neden olmaktaydı. Nitekim Orta Arabistan’ın İslam öncesi tarihinde, “Eyyamü’l-Arab” denen ve geleneklerle kurulmuş kanun ve kuralları bulunan kabile içi savaşlar önemli bir yer tutmuştur. Bazen yıllarca devam eden bu savaşların en meşhurları arasında Besûs, Dâhis ve Ficâr zikredilebilir. Karşılıklı olarak pusuların kurulup, sürülerin ve kadınların çalınıp gasp edildiği bu savaşlarda, cana kıymamak şartıyla baskın vermek ve mal almak meşru sayılıyordu. Düşman kabileye karşı yeterli gücün oluşturulamaması halinde, yandaş kabileler aranıyor ve sonuçta bir kabilenin tümüyle yok olması sağlanıyordu. Hızlı büyüyen ailelerin kısa zamanda büyük bir kabile haline gelmesi de o kabile ile komşu kabileler arasında çatışma nedeni olabiliyor; buna bağlı olarak da bölgede sık sık kabile göçleri yaşanıyordu.

    Bedeviler her ne kadar Cahiliye dönemi Arap toplumunun belkemiğini oluştursa da, bölgeden geçen ticaret kervanlarının hareketlendirdiği muhtelif menziller üzerindeki vaha ve vadilere yerleşmiş yarı göçebe unsurla, Arap yarımadasının kıyı sakinlerine yerleşmiş yerleşik topluluklar da Arap yarımadasının toplumsal hayatının önemli halkalarını teşkil etmişlerdir. Ancak bütün bu kesimleri birbirinden kesin hatlarla ayırmamak gerekir. Zira yarı göçebe bir hayat tarzına sahip olup zaman içinde yerleşik hayata geçenler olduğu gibi, bir zamanlar bedevi olan bazı şehir sakinlerinin de göçebeliğe dönüş yaptıkları bilinmektedir.

    Bu bakımdan bütün toplumlarda olduğu gibi İslam öncesi Arap toplumunda da nüfusun bütün unsurları, iç içe ve ortak paydalarda yaşamaktaydı. Zira bu kesimlerin birbirlerine ihtiyaçları vardı. Çölün ortasında tek başına kalmış vaha toplulukları himayelerini, binek hayvanlarının hızından kaynaklanan askerî bir üstünlükleri olan bedevilere teslim ederken, bedeviler de muhtelif ihtiyaçlarını bölgedeki yerleşiklerden sağlamaktaydı. Bir anlamda göçebeler yerleşiklerin hurmasını yerken, yerleşikler de bedevilerin deve sütünü içmekteydi.

    Ancak Kuzey ve Orta Arabistan bölgelerine nispetle Güney Arabistan’ın çok daha gelişmiş ve şehirleşmiş bir yapı arz ettiğini söylemek mümkündür. Bunda bölgenin gerek tarım, gerekse ticaret imkanları bakımından taşıdığı avantajın önemli bir etkisi olmuştur. Her ne kadar İslâm’ın bölgede ortaya çıktığı ilk dönemlerde Hicaz vahaları, Güney Arabistan ile Akdeniz dünyası arasındaki ilişkileri düzenleyen kervan merkezleri olmaları nedeniyle faal bir ticaret ekonomisine sahip olmuşlarsa da, bu durum Güney Arabistan'ın bölgede oynadığı rolle kıyaslanamaz. Öyle ki Aden limanı ve Kızıldeniz’in Babülmendeb girişi sayesinde Güney Arabistan, söz konusu dönemde Akdeniz ile Uzakdoğu arasındaki ticaretin en önemli kavşak noktalarından biri olarak faaliyet göstermiştir. Göçebelere nispetle daha yüksek bir hayat seviyesine sahip olan sahil bölge halklarının başlıca geçim kaynaklarını da, ticaret, gemicilik, balıkçılık, inci ve sünger avcılığı ile sınırlı miktarda tarım oluşturmuştur.

    Geçim Kaynakları

    Image

    Arap yarımadasında ekonomik hayat, iklim şartları ve toplumsal yapıya bağlı olarak değişmekle birlikte, umumi olarak hayvancılık, tarım ve ticarete dayanmaktaydı. Hakim sınıfı oluşturan bedevîler, çiftçilik, sanat ve zanaat alanındaki faaliyetleri hakir görüp, geçimlerini büyük ölçüde hayvancılık, avcılık ve ticaret gibi yollardan temin ederlerken, yerleşikler daha ziyade tarım ve ticarete dayalı bir hayat sürdürmekteydi. Üç tarafından denizlerle kaplı olmasına rağmen, yarımadada balıkçılık oldukça sınırlı bir alanda yapılmaktaydı.

    Ana geçim kaynağı hayvancılık olan bedeviler, zorlu hayat şartlarının bir sonucu olarak sık sık komşu şehir ve köylerle bölgeden geçen kervanlara düzenledikleri baskınları da bir geçim aracı olarak görüyorlardı. Tarihin oldukça erken dönemlerinden itibaren ticaret yollarının çölden geçmeye başlaması, bedevi Arapları kervan saldırıları ve onların mallarına el konulması konusunda oldukça ustalaştırmıştı. Yapılan baskınlarda deve ve yiyecek çalmanın yanı sıra çocuk ve kadınlar da kaçırılıyor ve serbest bırakılmaları karşılığında fidye talep ediliyordu.

    Zorunlu ihtiyaçlarını mübadele yoluyla şehirlilerden temin eden bedeviler için ticaretin de önemli bir geçim kaynağı olduğunu vurgulamamız gerekir. Zira hububat, hurma, elbise ve kap-kacak gibi temel ihtiyaç maddelerini; yağ, yün, deve ve keçi kılından mamul kumaşlar, halı, deriden imal edilmiş kırba ve tulum, çuval, ip ve hasır gibi ürünleri satmak suretiyle temin ediyorlardı. Bedevîlerin Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde kurulan panayırlara mal götürmek suretiyle girdikleri bu süreç, onları kervan ticaretinde mahir hale getirmiştir. Çok geçmeden bedeviler Hindistan ve Çin’den Yemen ve Kızıldeniz kanalıyla Mısır ve Akdeniz ülkelerine yapılan uluslararası ticarette, hem büyük ticaret kervanlarına deve temin etmişler, hem de kervanların yol güvenliğini sağlayarak onları muhtelif saldırılara karşı korumuşlardır. Mevzilendiği topraklardan geçen yolcu ve ticaret kafilelerine verdikleri kervan muhafızlığı ve kılavuzluğu hizmetlerinin bedevilere kazandırdığı bedel, iktisadi bir rahatlama olmuştur.

    Bedevilerin dolaylı yoldan katıldığı bu ticarette, Mekke'nin yerleşik halkını oluşturan şehirli sınıfın aktif bir şekilde yer aldığını görürüz. En önemli ticaret gelirlerini hac için bölgeye gelen hacı adaylarından sağlayan Mekke halkı, her yıl haram aylarda Taif yakınında kurulan büyük panayırlara büyük rağbet gösterir; hurma ağaçlarının gölgesinde kurulan çadırlarda ticaretin yanı sıra birçok etkinlik gerçekleştirirdi. Diğer yandan her yıl ticaret maksadıyla kışın Yemen'e, yazın da Şam'a düzenlenen ticari seferlere katılarak, Yemen - Şam hattında önemli bir bağlantı noktası olan Mekke'nin ticari canlılığına katkıda bulunurlardı.

    Siyasi ve İdari Yapı

    Image

    Mekke'nin yegâne hükümet teşkilatı, muhtelif oymakların başları ve ileri gelenleri tarafından oluşturulan ve "Mele" adıyla bilinen meclis olup, bu meclisin yürütme yetkisi yoktu. Meseleleri müzakere eden Mele'de oy birliği ile alınan kararlar etkili kabul edilir; onun dışında her oymağa bağımsız olma hakkı verilirdi. Basit bir siyasi teşkilatı olan bu yapıda otorite, şeyh, reis, emir, rab, seyyid gibi isimlerle anılan kabile reisinde toplanırdı. Kabilelerin eşit hak sahibi yaşlıları arasından kabile toplantısında seçilen ve zenginlik, şeref gibi özellikleri ile ön plana çıkan kabile reisinin görevi de, hükmetmekten çok hakemlik yapmaktı. Yaptırım gücü olmayan reisin belli başlı sorumlulukları arasında, kabile toplantılarının idaresi, diğer kabilelerle olan ilişkilerde kendi kabilesinin temsili, kabile içi ihtilafların halli, savaş ilanı, savaş sırasında kumandanlık, ganimetlerin taksimi, seyahat ve göç zaman ve vakitlerinin tespiti, kabile fakirlerine yardım edilmesi, anlaşmaların yapılması, misafirlerin ağırlanması, esirlerin kurtarılması, diyetlerin ödenmesi gibi işler yer almaktaydı. Adaletle ilgili durumların hakemlere havale edildiği bedevi sosyal hayatında hakem kararına uymayanlar kabileden atılmaktaydı. Kabilelerin işleri, kabile mensuplarının katıldığı meclislerde halledilmekte olup, bu meclis aynı zamanda reise de müşavirlik etmekteydi. Ceza ve mükafatın yalnızca söz konusu meclis tarafından verildiği bu yapıda, her ne kadar reis başta olmak üzere otorite kabul edilen kimselerin sözüne çok itibar ediliyorsa da herkesin söz hakkı bulunuyordu.

    Söz konusu yapı, hiç şüphe yok ki, çölde hayat süren ve çadırlarda yaşayan bedevi Arapların idari geleneğini yansıtmaktadır. Yerleşik bir hayatın hüküm sürdüğü Mekke'deki yapıya gelince, burada çok daha organize olmuş bir yönetim geleneği ile karşılaşmaktayız. Şehrin varlık sebebi sayılan, halkın geçim yollarını oluşturan, bölgenin din anlayışı ile kültür yapısını şekillendiren Kâbe merkezli bir yönetimin tesis edildiği bu yapıda yöneticilik ve hükümet işleri, büyük ölçüde bu mabede yapılan hizmetlerin organize edilmesinden ibaretti. İslam'ın doğduğu yıllarda sayısı onlarla ifade edilen bu görevler, sidane (Kâbe'nin yöneticiliği, kapıcılığı ve perdedarlığı), sikaye (hacılara su bulma ve dağıtma), rifade (fakir hacılara yemek dağıtma), ukab (savaşta bayraktarlık), kıyade (kumandanlık), işnak (borçları ve para cezalarını tespit, ödeme ve ödettirme mercii), kubbe (savaş techizat ve mühimmatının konulduğu çadır), einne (savaş atlarının dizginlenip, sevk ve idaresi), sefaret (elçilik), isar (özellikle yolculuk ve savaş gibi önemli konularda alınacak kararlarda yardımcı olmak üzere şans ve kura yöntemi), hükümet (davalara bakma), mahcere malları (Kâbe'deki putlara bağışlanan para ve mücevheratın idaresi), imare (Kâbe çevresindeki sükûnet ve edebi tesisle görevli birim), nedve ve meşveret (danışma meclisi) gibi hizmet alanlarını içine almaktaydı. Kureyş kabilesinin muhtelif kolları arasında dağıtılan bu görevlerden bazısı çok önemli olmasa da, tüm Kureyş kollarını mutlu etmek ve aradaki rekabet ve kıskançlığı engellemek gayesi ile ihdas edilmişlerdi. Bununla birlikte Kureyş içinde gerçekleşen bu işbölümünün, düzenli bir hizmetin gerçekleşmesi yönünde katkı sağlayacağı ve bölgeye çok sayıda hacı adayını çekeceği de düşünülmüş olmalıdır.

    Aile

    Image

    Kabilenin temelini ailenin teşkil ettiği Arap toplumunda aile yapısı, erkeğin hakimiyeti üzerine oturmakta olup, aile içi akrabalık ilişkileri erkekler yoluyla tesis edilmiştir. Bu bakımdan hem ailenin güçlendirilmesi, hem de kabilenin itibarının artırılması bakımından Arap toplumunda çok sayıda erkek çocuğa sahip olmak oldukça önemli addedilmiştir. Erkekler, fiziki gücün büyük önem taşıdığı zorlu çöl şartlarında, kabilenin en önemli savaşçı unsuru sayılırken ve kadınlar üzerinde mutlak bir üstünlüklerinin olduğu kabul edilirken, kadınlar, toplumsal bir yük olarak görülmüşlerdir. Sosyal itibarı olmayan, miras hakkından mahrum bırakılan, kocasının ölümü halinde dahi çocuğunun velayet hakkını alamayan kadınlar, ancak çocuk dünyaya getirmeleri halinde aileye katılabilme hakkı kazanan ikinci sınıf bireyler olarak algılanmışlardır. Bu bakımdan yeni doğan her kız çocuğu, ailenin değersiz ve yüz kızartıcı bir üyesi olarak muamele görmüş; ölüme mahkum edilmesinde de bir beis görülmemiştir. Kız çocuklarının öldürülmesinde zorlu çöl şartlarının yol açtığı geçim sıkıntısının da etkili olduğu üzerinde durulsa da, kadının hakir görüldüğü ortadadır. Küçümsenen bu rolüne rağmen Arap toplumunda kadının oldukça önemli görevler yüklenmiş olduğu görülecektir. Bedevi erkeklerin savaş ve yağma dışındaki vakitlerinin büyük kısmını, işsiz güçsüz oturarak kadın, aşk ve kahramanlık temalarında konuşarak ya da yakıcı sıcak nedeniyle çadırlarında uyuyarak geçirdikleri bir düzende, bedevi kadınlar bütün bir güne yayılan birçok iş yükü altındaydılar. Çocuğun dünyaya getirilip yetiştirilmesi gibi uzun vadeli rolleri dışında, bedevi kadınların yemek hazırlamak, süt sağmak, yağ yapmak, çamaşır yıkamak, örtü, çadır ve elbise için kumaş dokumak, yün eğirmek, çadır kurmak ve toplamak gibi birçok mükellefiyetleri vardı. Ancak aileyi büyütmenin yolunun, erkek çocuk sayısını artırmaktan geçtiği bu düzende bedevi kadının ana görevi, erkek çocuk dünyaya getirmekti. Cahiliye dönemi Arap toplumunda, kabilenin bir parçası olduğu sürece anlam ifade eden aile yapısının bağımsızlığından bahsetmek mümkün değildi.

    Arap toplumunda nikah, kadını ve aile hayatını güvence altına alan bir kurum olmaktan uzaktı. Her ne kadar yaygın evlilik biçimi, bir erkeğin belli bir mehir karşılığında kendisine denk bir soy ve nesebe mensup bir kadınla nikah akdetmesi şeklinde gerçekleşiyorsa da, çok farklı evlilik ve birliktelik biçimlerine rastlanmaktaydı. Bir kadının kocasının uygun göreceği bir kişiyle çocuk sahibi olmak amacıyla bir araya gelmesi, iki erkeğin karşılıklı olarak eşlerini değiştirmeleri, hür olması nedeniyle zina yapamayan bir kadının bir erkekle metres hayatı yaşaması, bir kadının on kişiden fazla olmamak kaydıyla aynı anda farklı erkeklerle evlenmesi, kadın ve erkeğin süreli bir evlilik akdi yapması, üvey oğlun annesi ile evlenebilmesi, iki kız kardeşin aynı anda bir erkeğin eşi olması gibi farklı birliktelik ve evlilik çeşitlerinden bahsedilebilir.

    Toplumsal Değerler

    Image

    Aynı atadan geldikleri kabul edilen ve aralarında nesep irtibatı bulunan insan topluluklarının oluşturduğu kabile sistemi üzerine kurulmuş olan İslam öncesi Arap toplumunda, toplumsal değerleri ve kuralları belirleyen yegâne şey, kabilenin büyükleri tarafından tespit edilen kabile örfü idi. Kendine has kuralları olan ve kendi içinde tutarlılık gösteren koruyucu bir nizam özelliği gösteren bu yapı, can ve mal güvenlikleri başta olmak üzere fertlerin bütün haklarını düzenlemekteydi. Kabile düzeninin dışına çıkmak veya herkes tarafından bilinen bu kuralları çiğnemek, çölün güvenlik sistemi sayılan himayenin dışında kalmak demekti ki, bu da o ferdin intiharı anlamına gelmekteydi. Kabileye mensubiyet, ferde birçok haklar sunmakla kalmıyor; aynı zamanda kabile mensupları arasında kolektif bir sorumluluk anlayışının da oluşmasına imkan sağlıyordu.

    Mensup oldukları kabilenin bir parçası olarak bu kolektif bilinçle yaşayan Cahiliye dönemi Arapları, çölün amansız şartları içinde kendilerine özgü bir ahlak ve erdem anlayışı geliştirmişlerdi. Kabile içi dayanışmanın güçlendirilmesinde önemli rolü olan ve mürüvvet ve cömertlik değerleri olarak yüceltilen bu değerler, savaşta cesaret ve dayanıklılığı, yoksullukta kanaatkarlık ve misafirperverliği, toplumuna ve görevlerine karşı sadakati, felaket sırasında sabrı, intikam almada ısrarlı olmayı ve hayatın pahasına dahi olsa her zaman doğruluğu ön plana çıkartmaktaydı. Zayıfın himaye edilmesi, kuvvetliye karşı konulması, önemli meziyetler olarak görülüyordu.

    Bütün bunlar kabileyi kenetleyici unsurlar olsa da, kabile mensuplarını birbirine bağlayan asıl unsur, kabile ruhu asabiyetti. Asabiyet, nesepleri bir olsun veya olmasın, kabile üyelerinin bir asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, birbirlerine sağladıkları manevi güç ve desteği ifade eden dayanışma duygusu anlamına gelmekteydi. Zira hem zorlu tabiat şartlarına, hem de rakip kabilelere karşı verilen mücadele, kabile içi dayanışmayı zorunlu kılmaktaydı. Bu bakımdan birlikte yaşamak, birlikte hareket etmek ve haksızlıklara karşı birlikte mücadele etmek durumunda olan bedeviler, çadır ve develeri dışında ortak bir mülkiyete sahipti. Toprak, av, ot, ateş ve su, kabile mensuplarının ortak malı sayılıyordu.

    Kabilenin bireyin aidiyet duygusunda edindiği sarsılmaz konum, onlara kutsal addedilen görev ve sorumluluklar yüklemekle kalmıyor; aynı zamanda toplumdaki siyasi ve iktisadi alandaki otorite boşluğunu da dolduruyordu. Kabile fertlerinden birine gelen herhangi bir zararın tazmini konusunda bütün bir kabile seferber oluyor; keza kabile mensuplarından birinin öldürülmesi halinde maktulün intikamını almak için bütün kabile ayağa kalkıyordu. Zira geleneklerin koruma altına aldığı insan canına kıymanın bedeli çok ağırdı. “Kana kan, cana can” şeklinde tanımlanan bu bedel, katile maktulün yakınları tarafından ödettiriliyordu. Aksi takdirde öç almakla mükellef kişi, ömür boyu duyacağı bir şerefsizliğe gömülmüş kabul ediliyordu. Bu bakımdan bazen çok uzun ve kanlı savaşların ortaya çıkmasına neden olabilen adam öldürme konusunda azami bir gayret gösteriliyordu.

    Bireylerin hem canını, hem malını koruma altına alan kabile asabiyetinin öngördüğü değerler, buna karşılık bireylerin kabile nizamı ve örfü ile başka kabileler ile yapılmış anlaşmalara itaat etmelerini zorunlu kılıyordu. Hiçbir otoriteye boyun eğmeyen bedevîlerin, kabile örfü karşısında kayıtsız bir teslimiyet gösterdikleri görülmektedir.

    Zaten çok güçlü olan kabile bağı, kabileler arasında kurulan akrabalıklarla daha da güçlendiriliyordu. Bu akrabalıklar, hilf, câr ve velâ denen yollarla tesis ediliyor, bu sayede kabilelere katılmalar gerçekleşiyordu. Bunlardan hilf ve câr, kabilesini terk eden veya kabilesinden kovulan bir kimsenin başka bir kabile mensubunun himayesine (câr) girmesi veya müttefiki (halîf) olması anlamına gelirken; velâ savaş veya baskın sonucunda ele geçen veya satın alınan kölenin âzad edilmesi şeklinde gerçekleşiyordu.

    Kültürel Ortam

    Image

    Çetin şartların yaşandığı uçsuz bucaksız çöl hayatında, Arap toplumu kendini şiir ve güzel söz söyleme sanatı gibi çok farklı bir alanda bulmuştur. Hayatın zorluklarına karşı da önemli bir direncin üretilmesini sağlayan bu alan, devamlı hareket halinde olan bir toplum için çok önemli bir birleştirici unsur olmuştur. Malzemesini, aşk, şarap, savaş, zafer, kahramanlık, düşmana duyulan kin, avcılık, tabiat, kabile değerleri gibi konulardan alan Arap şiiri, bir anlamda bedevî hayatının aynası olmuştur. Öyle ki bedevinin hayatına giren her şey, şiire akıtılmıştır. İslam öncesi Arap yarımadasının ana toplumsal zeminini oluşturan çok sayıda eş ve çocuk, sürüler, deve ve atlar, ticaret, yağma ve baskınlar, akınlar, şarap ve kadın merkezli eğlenceler, Arap şiiri ve güzel söz söyleme sanatının ele alıp övdüğü başlıca temalardı. Ülkede büyük saygı uyandıran şiir sanatının ustaları olan şairler, mensubu oldukları cemiyetin sözcüsü, rehberi, bilgini, hatibi, hatta tarihçisi sayılırlardı. Onların alelâde bir insanın elde etmesi imkansız olan tanrısal bir güç tarafından desteklendikleri düşünülür, özel bir ilimle donatıldıklarına inanılırdı. Şairlerin kendi kabilelerini göklere çıkaran, düşman kabileleri ise yeren şiirler söylemesi oldukça yaygın bir tarzdı. Hücumun ve cevabın aynı vezinde olmasının ve aynı uyak ile yapılmasının şart olduğu bu şiirlerden hiciv ile övgü tarzında yazılanlar, en sevilen türlerdi. Ancak hiciv çoğu zaman sövgüye kayarken, övgü de kolaylıkla dalkavukluğa dönüşebiliyordu.

    İslam öncesi Arabistan’ında, gerek Güney Arabistan ile Mezopotamya bölgesi, gerekse Akdeniz ülkeleri ile Uzakdoğu arasında gerçekleşen iki yönlü ticaret sayesinde bir takım pazar ve panayırlar açılmıştır. Bu panayırların, gerek Arap toplumsal yapısının canlanmasında, gerekse bölgede belli bir kültür ortamının şekillenmesinde mühim bir etkisi olmuştur. Putperestliğin merkezi oluşu nedeniyle dinî açıdan önemli bir imtiyaza sahip olan Mekke halkı bu imtiyazlarını ticari yönde değerlendirmeyi başarmış ve komşu ülkelerle yaptıkları ticari anlaşmalarla Arap yarımadasındaki ticari ve kültürel hayatın canlanmasına katkıda bulunmuştur. Zira İran dirhemi ve Bizans dinarının kullanıldığı ve Arabistan’da yaşayan bütün kabilelerin katıldığı panayırlar, ticari olduğu kadar kültürel bir alışverişe de kaynaklık etmiştir. Birçok bölgeden hac maksadıyla Mekke’ye gelen ve hac mevsiminde kurulan Mina, Mecenne, Zülmecaz ve Ukaz gibi büyük panayırları ziyaret eden insanlar, bu sayede şiir ve hitabet yarışmalarının düzenlendiği ve birinci gelen eserlerin altın suyu ile yazılıp Kâbe duvarına asılarak ödüllendirildiği Arap kültür muhitini teneffüs imkanı bulmuşlardır.

    Okuma yazma oranının çok düşük olduğu Arabistan'da, şiirin yazıya geçirilmesi oldukça geç bir dönemde gerçekleşmiştir. Uzun süre hafızalarda muhafaza edilmiş olan ve kulaktan kulağa nakledilerek İslami dönemlere taşınmış olan şiirin böylesine canlı olarak yaşama imkanı bulduğu Hicaz'ın en büyük kültür merkezi Mekke'de dahi okuma yazma bilenlerin sayısı, rivayete göre yirmiye ulaşmıyordu. Göçebe Araplar arasında okur-yazar bulmak hiç mümkün olmazken, diğer merkezlerde de bu rakam daha aşağılara inmekteydi. Yazmayı öğrenenler, yalnızca buna ihtiyaç duyanlardı.

    Okuma yazma oranı düşük olsa da Arapların bilgi ve tecrübelerini aktardıkları belli alanlarda güçlü bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi, efsanelerle karıştırılmış bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme mahareti, "Cahiliye ilimleri" arasında sayılabilir.

    About This Blog

      © Blogger template 'Isfahan' by Ourblogtemplates.com 2008

    Back to TOP